Eleştiri

4×4 Film 4×400 Kelime

Yayınlandı

on

Film izleme işinde gaza bastım basmasına ama yazma kısmında çok tembel davrandım bu yıl. Elimde hakkında gevelemem gereken otuzu aşkın film bulunduğunu da düşünürsek 4 Film 400 Kelime’yi bugüne kadar hiç görmediği büyüklükte bir kalabalıkla buluşturmamı kimse yadırgamaz diye düşünüyorum. Aman zaten film eleştirisi mi kaldı, üç tweetlik serilerde bitiriyor rafa kaldırıyoruz hepsini. Ben de burada film başına 100 kelimelik kapsül yorumlara girişmişim ne olacak? Yalnız ilk kez yazdığım bir şeye “eleştiri” deme hadsizliğinde bulundum farkında mısınız? İnsanlık için sıfıra yakın, benim için ise büyük bir adım sayılır. Hadi hadi sustu blöggerınız, işe girişelim biz. Haklarında 100 kelimeden fazlasını söylemeyi israf saydığım 4×4 film huzurlarınızda…

FIRST COW

Ritimsiz filmlerin kraliçesi Kelly Reichardt, yine azap niteliğinde bir film yapmış. Sinefil rüyasının dörde üç yeni karşılığında derdi elbette bir kez daha kapitalizm. Bu sefer “şiirsellik” kisvesi altında naif naif oyalamak yerine, daha büyük bir ölçekte ve herkesin anlayabileceği bir yerden kuruyor anlatısını. 19. yüzyılın bedbaht kırsalında fıkralara konu olabilecek nitelikte bir dostluk ve ekonomi lisansı yaparken ilk sınıfta alınan derslerin müfredatına uygun bir kurabiye/püskevit ticareti üzerinden kısa filmlik bir cümleyi orasından burasından çekiştire çekiştire iki saate yayma konusundaki başarısı takdire şayan. Ama daha önce söylenmemiş bir şey, keşfedilmemiş toprak bulabilene aşk olsun. Tarihin tozlu sayfalarına dönüşünde takdir ettiğim tek şey tüm bu parayla yozlaşan hayaller hayatlar vesvesesini erkeklerin evreni üzerinden kurmuş olması. Kalanı bir takım polaroid çayır manzaraları, fazlası değil.


I CARRY YOU WITH ME

Kurgu ile belgesel arasındaki sınırlarını ilk yarısının ardından ihlal eden I Carry You with Me, bu yılın kuir filmlerinden biri. Homofobinin kol gezdiği Meksika’dan eşcinsel bir çifti konu alıyor. İki farklı dünya, iki farklı adam. İçlerinden birisinin hayallerinin peşinden koşup sınırın ötesine geçmesiyle birlikte menüye göçmen meselesi de ekleniyor tabii. Sonrasında canlandırmalar ile gerçeğe dair algımızla da oynayıp, geçmişten bugüne bir köprü kurarak kimliği alakadar eden baskıyı eşitlemeye çalışıyor. Burada muhattabının sadece queer bireyler olmadığına dair tertemiz bir motivasyon var aslında. Ama Trump Amerikası ile de ilişkilendirilebilir bir sonuca varmasına karşın sinema dili çok yetkin değil belgeselcilikten gelen Heidi Ewing’in. Tıpkı karakterleri gibi o da iki ayrı film türünün arasında sıkışıp kalmış sanki. Ne kendisi, ne de seyircisi nefes alabiliyor.


CUTIES

Çocuk karakterlerini cinsel obje hâline getirdiği için eleştirilen Cuties aslında neyi eleştirmek istediğinin epey bilincinde bir yönetmenin ellerinden çıkma. Erken yaşta kendilerini belli bir biçimde görünmeleri gerektiği konusunda görsel medyadaki baskıcı standartların tesiri altında kalan genç kızların bu zincirde pedofiliye hizmet ettiğinin de altını çizen bir şeyler söylemeye çalışıyor. Yalnız geleceğinde çok daha iyi filmler barındırdığına adım gibi emin olduğum Maïmouna Doucouré kendi kazdığı kuyuya düşmüş. Karşıt bir söylemde bulunmaya çalışırken küçücük kızların bedenlerini kamerasıyla daha az işgal edebilmesini çok isterdim. Fransa’da ikinci nesil Afrikalı bir göçmen olmamanın etkisi olarak böyle bir hânede nelerin yaşanacağını bildiğimi iddia edemem. Ancak baskının aile ayağında da seçtiği her şey, üçüncü dünya ülkesinde doğduğumuz için olsa gerek, fazlasıyla basmakalıp bir yerden kurulmuş gibi geldi.


THE WOLF OF SNOW HOLLOW

Kısadan uzuna dönüşen Thunder Road isimli bir önceki filminde küçücük bir kasabadan minnacık bir hikâyeyi perdeye taşıyıp samimiyetiyle kalbimizi dağlayan Jim Cummings, Coen Kardeşler’in Fargo’sunu bir hayli andırmaktaki The Wolf of Snow Hollow’da sevdiği sinemacılara saygı duruşunda bulunuyor. Yakın tarihte kaybettiğimiz Robert Forster’ın kameraya alınmış son performanslarından birini barındıran yapım, kurt adam efsanesinin etrafında dört dönerek kendince bu canı çıkarılmış mitoloji (?) üzerinden gerilim sağmaya gayret ediyor. Sonuç büyükçe bir hüsran. Hele ki taşrayı pek iyi tanıdığını kavradığımız Thunder Road ertesi, The Wolf of Snow Hollow’un dışarıdan bakan bir gözle çekilmiş olmasının bedelini çok ağır ödüyor bence film. Kapatamadığı finalindeki pasaklılığı da eksi bir puan olarak hanesine not düşülsün.


HIS HOUSE

İltica meselesini (artık buna ayrı bir başlık açmak bana bir fobi gibi geliyor ya neyse), korku ögelerini kullanarak perdeye taşımak da âdet oldu artık. Netflix’in kitaplığı üzerinden seyirciyle buluşan His House coğrafya değişince yozlaşan kültürleri duvarların arasındaki öcülere böcülere sığdırıp artık gına getiren ev mi yaman bey mi yaman sorusuna defalarca gördüğümüz yöntemlerle cila çekmiş. İki başrol oyuncusunun ekrandan taşan başarılı performansları haricinde muhteva ettiği yeni hiçbir şey yok. Atlantics ve Under the Shadow’un kokteylinden cetvelle çizilmiş bir anlatı çıkarmış Remi Weekes. Bir hikâyeyi dinlenebilir kılmaya sadece ehemmiyeti yeterli mi sualini akıllara getiriyor. Yalnız cevabımız pek pozitif değil Remi Bey. Bu olmamış, lütfen sola (!) çekip yenisini yazın.


IDENTIFYING FEATURES

Gittiği dijital festivallerden övgülerle dönen Identifying Features da bugün konuştuğumuz 16 yapım arasında göçmen olmaya, kurduğu hayaller için her türlü riski alıp iltica etmeyi göze alanlara dair bir başka öykü. Fakat daha az diyalog kullanarak tamamen kurduğu görsel dünya üzerinden bir şeyler ifade etmeye çalışıyor. Evladının kim olduğunu sınırda kaybolmasının ardından daha iyi anlayan bir annenin omzuna gözlerimizi iliştirip bürokrasisinden en yakındaki aile fertlerine kadar herkesin nasıl da akıl tutulması yaşadığını izlemeye koyuluyoruz. Peki sorun ne? Temposuzluğu, sürekli ayağını sürümesi. Ve bunu da bomboş gökyüzü izleterek seyircisine eziyet ede ede yapıyor. Kısa metrajlık fikirleri doksan dakikaya yaymaya kalkışırsanız olacağı bu. Çok uğraşılmış finalinin vasatlığını da bir ara mutlaka konuşalım.


NADIA, BUTTERFLY

Tom Daley sevdam sebebiyle Youtube kanalı üzerinden sporcuların gündelik hayatları hakkında fazlasıyla fikir sahibi olduğum için sanırım bir spor dalına hayatını adamak ve o esaretten kurtulmanın eşiğindeki psikolojik vaziyete göz gezdiren Nadia, Butterfly’ı da pek zayıf buldum açıkçası. Minik minik Kanada’nın kendi içerisindeki toplumlar arasında dil üzerinden vuku bulan yabancılaşmaya ve ülkeyi allak bullak ettiği ima edilen göçe dokundurmalar yaparak da iyice kaybetti ilgimi. Ana karakterinin fiziksel olarak role cuk oturması haricinde bizi finale taşıyabilecek hiçbir şey bulamadım ben. Eğer uyuşturucu etkisinde yapılan seks partisi gibi çok özel bir fetişiniz varsa önereyim tabii. Ama orada da ahlakçı bir bakış açısıyla kameraya alıyor karakterlerini. O yüzden izlemeden evlerimize dağılmamızda bir sakınca görmüyorum.


UNCLE FRANK

Dünyaya American Beauty ve Six Feet Under gibi iki büyük klasiği bahşetmiş Alan Ball’un, Uncle Frank adındaki kepazeliği yazmış olmasına inanın aklım ermiyor. Bir kere eşcinsel karakterini heteroseksüel yeğeninin gözünden anlatıyor olmasıyla başlıyor küf kokusu. Ardından genç eşcinsel nesilin cinsel devrimini erkenden yaşamış cüretkar hâline inanılmaz bir ahlakçılıkla yaklaşıp orospufobisini bırakıyor önümüze. Yetmiyor, bembeyaz bir ailenin oğlu olmasına rağmen onlara benzemediğinin altını çizmek için yanına göstermelik bir partner koyuyor. Bu partnerimiz de Modern Family’nin Cam’inden beter bir klişeler zinciri. Çünkü heteroların korkmaması için eşcinsel birlikteliklerde bir kadın, bir de erkek tarafı olması gerekiyor biliyorsunuz… Ryan Murphy beynini yıkadı diye düşünmek istiyorum. Çünkü onun filmografisinde sırıtmayacak avamlıkta bir fecaat var önümüzde. Ben hiç almayayım.


A YELLOW ANIMAL

Kolonyalizm tarihinin eleştirel türküleri giderek sayısını artırıyor. İyi ki dedirten örneklerine de sıklıkla rastlıyoruz artık. Bilhassa animasyonlarda Pocahontas’ın sakat mesajlı devrini aştık, engin denizlere yelken açtık. Ama kanlı canlı kurgusal tarafta henüz doyurucu bir işe denk gelemedik ne yazık ki. A Yellow Animal da bir ilkokul müsameresi niteliğindeki, kör parmağım gözüne masallarıyla film okulunu bitirmek üzere olan hevesli ancak yeteneksiz bir sinemacının ellerinden çıkmışçasına uyduruk. Okuduğum ilkokulun sene sonlarında düzenlenen şiir dinletilerinde bile böylesine acemi bir gösteriye şahitlik etmemiştim. Gösteri kelimesine de özellikle dikkat çekmek istiyorum, çünkü Felipe Bragança’nın klip estetiğinin kurallarıyla arka arkaya sıraladığı görüntülerin yedinci sanatla uzaktan yakından alakası yok benim nazarımda. Dümdüz ucuz, bunu da bir yerde okumuştumlu, ezbere suçluluk müsameresi.


JUNGLELAND

Jack O’Connell nerede ben orada diyerek başına oturduğum Jungleland afişinde tipik bir boks draması hissiyatı yaratsa da aslında bir yol filmi. Kendi başarısızlığını kardeşinin yetenekleriyle telafi etmeye çalışan bir ağabey, düştükleri çukurdan kurtulmak için borçlandıkları bir adamın verdiği “emaneti” söylenen yere götürmeyi kabul ediyor. Emanetimiz başına buyruk bir kadın olunca da tabii ki de bu aşırı erkek egemen dünyanın temelleri yerinden oynuyor. Tüm bu öyküyü mutlu bir sona bağlanmak için gayret gösterilmemesini takdir ettiğimi söylemeliyim. Ama yani kimse istediği sona ulaşamayacak diye de aynı katarsisler de yüz kere yaratılmaz ki be kardeşim. İki saatçik Jack O’Connell izleyeceğim diye eziyet çektim resmen. Bir de hiç mi sohbet eden iki insan görmediniz? O diyalogları kim yazdı? Yazarken neyin etkisi altındaydı? İletişim de eğitim de şart.


WANDER DARKLY

Ne yapsa olmayanlardan Sienna Miller’ın başrolünde yer aldığı Wander Darkly de hem hikâye, hem de teknik kurgusunda yaptığı oyunlarla elinden geldiğince bir gayrette bulunuyor. Ne gerçek, ne değil, bu kadın yaşıyor mu, ölüyor mu sorusunun zincirinde sürekli ağlayan, inleyen, şaşkın ve yolunu kaybetmiş bir kadını izliyoruz. Belli bir noktaya kadar bu gizemli turşu kavanozunun içerisinde sirkeye boğulmuş olmanın tadını çıkarabildiğiniz kesin. Ama pili erken bitiyor Wander Darkly’nin. Merak eziyete evriliyor, karakterle empati kurmak yerine bu bitmek bilmeyen veryansını daha fazla duymamak için gerçekten ölmüş olmasını diliyorsunuz. Bu Miller’ın olmayan oyunculuk yetenekleriyle hâlâ iş bulabilmesinden öte bir durum bu arada. Ortada bir senaryo değil sadece fikir var çünkü. Kalanı belli ki sete gelinmeden iki gün önce karalanmış. Oyuncular da okuyabildikleri kadarını gevelemiş.


BERLIN ALEXANDERPLATZ

Tıpkı listedeki A Yellow Animal gibi kolonyalizmin bağrında gezinirken bütün varoluşunu nasıl gözüktüğüne takılıp kalarak oluşturan bir kepazelik daha Berlin Alexanderplatz. Bu kadar değerli bir tekst ile Erol Köse’ye henüz sırtını dönmüş Hande Yener klibi çekme çabalarına girişmenin amacını ben anlamıyorum tabii de alıcısı olsa gerek ki böyle filmler yapılmaya devam ediliyor. Ama işte bu tavrın “bence” mevzuyu değersizleştiren bir tarafı da var. Elini kirletmeden hayatta kalamayacağını anlayan ana karakterini bir çevreden diğerine takip edişini daha yetkin ellerde izlemeyi çok isterdim. Belki de tembelliği bırakıp Fassbinder’ın televizyon klasiğini izlemem gerekiyordur artık. Ve hatta bu 2020 model TikTok usulü rezalet ufak bir hatırlatmadır. Neyse hadi rende baskılı duvar kağıtlarıyla devam…


OVER THE MOON

Amerikan film endüstrisinde değişen politik iklime uyum sağlamaya çalışılırken fırsat eşitliği adına çok güzel şeyler yapılıyor ve Over the Moon da temsil ettiği kültürün üzerinden düşünüldüğünde çok değerli bir yere sahip olsa gerek. Sadece sorun şu ki muhattabı haricinde hiç kimseye hitap etmiyor bu hikâye. Ve Netflix gibi büyük bir platformdan çıkmış olmasına karşın animasyon tekniği, şimdilerde oyun konsollarının bile çağ atladığı düşünülünce, epey demode. Şarkılı türkülü hâlinin bir nebze bu bayat mesajlara iyi gelebileceğini, annem öldü yenisini alamazsın babacığım isyanının atayı yücelten tarafını körelteceğini düşünmüştüm fakat o da olmamış. Kısaca bir eziyet diyebilir miyiz o zaman Over the Moon’a? Bence deriz. Kulak kanatan cinsinden hem de!


CALM WITH HORSES

Aldığı BIFA adaylıklarının hatırına izlediğim Calm with Horses da şiddeti sevmiyorum ama ne yapayım kaderimiz böyleymiş zırvalarının en yenisi. Gerçekten fenalık geçiriyorum artık ben bu toksik erkeklik kavramını aşamamış yaşam alanlarında hayatına dokunduğu herkese acı çektiren kas torbalarından. Yoksa protein mi demeliydim? Aman neyse. Başroldeki Cosmo Jarvis’e Lady Macbeth’ten sebep zaafımı da kullanamadım ne yazık ki. Arıza, büyümeyen erkek çocuğu rollerinin vazgeçilmez ismi Barry Keoghan ile İrlanda varoşlarındaki zehir saçan varlıklarını fenalık geçirerek izledim. Yalnız bu öykünün “yardımcı/destekleyici” eş rolünü teslim alan Niamh Algar’ın kariyerini takip etmeye devam edeceğim. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz mini dizi The Virtues’ta küçücük bir rolden harikalar yaratmıştı. Calm with Horses’ta da bunu tekrar etmiş.


9 KERE LEYLA

Öyle bir film düşünün ki tek meziyeti Onur Ünlü tarafından yönetilmemiş olması olsun. Çok değer verdiğimiz iki oyuncuyu önümüzde küçük düşürsün. Yerli sinemanın yakın tarihteki en özel klasiklerinden birinin yönetmeni hakkındaki bütün iyi düşüncelerimizi yerle yeksan etsin. İki saat boyunca kötü yazılmış bir araba dolusu fikirle bizi oyalayıp finalinde hepsini açıklamaya girişsin. Zamanın ruhunu yakalamaya çalışırken kadın düşmanı olsun. Müzikal numaralarıyla musikiden soğutsun. Utanıyorum yahu, gerçekten bu projede adı geçen herkes adına ben utanıyorum. Netflix’te Bir Başkadır izledikten sonra yükselmemize bir realite tokadı gibi oldu gerçi. Yok canım, o milyonda bir ihtimaldi kendine gel dedi. Gidip Kış Uykusu izleyelim bari de Haluk Bilginer – Demet Akbağ ikilisiyle ilgili anılarımız temizlensin.


WILD MOUNTAIN THYME

Doubt gibi kelli felli bir oyunu yazmış, perdeye de çok başarılı bir şekilde uyarlamış John Patrick Shanley’nin bu yapımı adapte ettiği Outside Mulingar’da nasıl bir ışık gördüğü hakkında en ufak bir fikrim yok. İrlanda taşrasını ve insanını yücelteceğim derken gelenekçi, dışarıdan olan herkesi düşman bellemiş, bugünün dünyasında sağ politikalarda karşılığını bulan inanılmaz sakat bir mesaj var ortada. Ve Moonstruck’ı yazmış usta kalem oturup bunu seyirciyle buluşturmak istiyor… Hadi diyelim yaptın bir kaza ve gerçekten de fikren Wild Mountain Thyme’ın durduğu yere yakınsın, hikâye anlatma sanatının esaslarını da mı unuttun be adam? O nasıl mizansen, o nasıl kurgu, o nasıl karakter inşa etmek, o nasıl diyalog? Emily Blunt’ın aksanını taklit etsem beni ülkeden süreceğinizi bilmesem meydanlara çıkıp üzerine çarpı atılmış Wild Mountain Thyme posterleriyle slogan atacağım

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version