Kuir
But Perşembe: Looking’e Giriş 101
Ödül sezonu odaklı bir mecra olma amacıyla çıktığım yolda kendi closetımın kapaklarını kırmamın ardından (hem reel hem de dijital – artık o da ne demekse -) kimliğim ve buna bağlı olarak kalemim de yeni bir forma kavuştu biliyorsunuz ki. Bu sürecin ilk yıllarını sevme sevilme egzersizi, kandaşlara açılma ve en nihayetinde çevremi her renkten queer bireylerle donatarak tamamladım. Artık el oyalayan işler tamamlandığı, kuşlar kadar özgür olduğum için 2021’i “New year, gayer me!” sloganıyla kucaklamak, bloga da her zamankinden daha fazla queer içerik üretmek istiyorum. Bu tematik buluşmalardan ilki de her Perşembe günü servis edeceğim duble epizot tüketimli Looking özetleri/tekrarları olacak.
Öncelikle neden, niçin ve nasıl sorularına topluca cevap vereyim. Michael Lannan’ın Lorimer isimli kısa filminden hareketle diziye evrilen Looking, 2014-2016 yılları arasında HBO’da ekrana gelmiş, San Francisco’daki bir grup geyin gündelik hayatlarını konu alan, sevmelere doyamadığımız Andrew Haigh’in de hem yapımcı, hem senarist, hem de yönetmen olarak desteğini esirgemediği şahaneler şahanesi bir dizi. Bu yapımı seçmemin temel sebebi tabii ki güzelliğinden gözlerimi alamadığım hayatımın anlamı, diğer yarım, canım kocam Russell Tovey ile beni tanıştırması. Ancak daha ahlakçı kodlarla yaşadığım bir dönemde tüketmeme bağlı olarak bugün epeyce farklı bir iştahla ve yaklaşımla tüketeceğimi bildiğim için tekrar ziyaret etmek istedim.
Peki neden Perşembe? Çocukluğumdan beri haftanın en sevdiğim günü olmasından tutun, Looking’in en sevdiğim bölümünde çalan Pet Shop Boys parçasına kadar pek çok anlamı var. Ama en çok kendi kozadan çıkış hikâyemde çok önemli bir yeri olan, bu sene kaybettiğim arkadaşım Yağız’a ufak bir selam olduğu için seçtim bugünü. Burayı çok sulandırarak ajitasyon yaratmak istemiyorum ama özlüyorum. Özlemimi de böyle küçük detaylarla beslemeye çalışıyorum. Neyse, dolan gözlerimizi siliyoruz, gullüm için volümü açıyoruz. Yönetmen olarak tanıdığımız Sebastian Silva’nın orijinal Dom’u oynadığı, The Sopranos için yazdığı bölümlerle Emmy adaylıkları toplamış Allen Coulter’ın da yürütücü yapımcısı olduğu Lorimer’ı izleyerek işe koyuluyoruz…
Looking nedir, ne değildiri biraz daha açmak gerekirse… LGBTIQ+’nun en beyaz, en kalabalık, en cis (ne olur artık şunun ne anlama geldiğini de öğrenelim) ayağından bir derleme bu dizi. Mesele geylere geldiğinde bütün varlığını libidosuna adamış “erkeklerle” muhattap olunduğunu dünya unutsa da – içeriden sesleniyorum – her azgına beş azgının düştüğü bir komünite mevzubahis özünde. HBO’nun iki senede toplayıp rafa kaldırdığı, her bölümü yarım saatlik dizisi de tam bu yangının (!) orta yerinden sesleniyor. “Reelde 6 yıl = gey evreninde 18 yıl” gibi bir denklem söz konusu olsa da uzak sayılabilecek bir gelecekten dönüp bakmamıza karşın hâlâ çağdaş sayılabilecek ilişki problemlerine rastlıyoruz.
Kırkında bile 29’undan gün almış gibi gösteren, but tutar Jonathan Groff’un canlandırdığı merkezdeki karakterimiz Patrick’in gözden uzak, ormanlık bir arazide kalkıştığı sipet alıkma macerasıyla açılıyor ilk bölüm. Tam bu açık alan macerasının adrenalin salgılattırdığı noktada telefonunu çalınca yıldızının asla barışmadığı annesinin arayarak onu yargılayacağını düşünmesine karşın Patrick de annesinin bir yansıması aslında. Yeni olana kapalı, yargıladığı şeyleri yaparken kendini yakalayıp cezasını mütemadiyen heteronormatif bir yalana bağlı olarak yaşayarak veren bir adam. Öpsem mi acabalı, elin mi soğuk seninli ayak üstü sevişmenin bir yere varmayacağını bilmek için âlim olmaya gerek yok. O zehiri orada akıtacak beyimiz asla Patrick değil.
Diğer taraftan Dom da otuzunu geçmiş olana dünyayı dar eden ve kendisinin asla o yaşlara gelmeyeceğini, gelse de hayatı çözeceğini sananların dünyayı dar ettiği “olgun” geyimiz olarak karşımıza çıkıyor. Tabii Patrick’e göre o çok daha net. Nerede, ne zaman kime kur yapacağına dair bir kuralı tanımaya niyeti yok. Bedensel açlığına her daim cevap vermekten yana. Kah şansına o gün onu ekleyen eski bir flörtümsü oluyor bu, kah sırf sarışın ve genç diye olsun bitsincilikle üstüne düştüğü bir mesai arkadaşı. Tam o otuz sonrasının (en azından yirmilerinin tamamını büyük bir baskı altında geçirmemiş otuzların diyelim) özgüveniyle arz-ı endam ettikçe keşkelerimizi kucaklıyor etten heykel.
Ve üç numara Agustin! Bir zamanlar pek yargıladığım, şimdi ise bu üçlü arasında kendimi en yakın hissettiğim canım Agustin… Her şeyin etikete ihtiyaç duymadığının bilinciyle uzatmalı sevgilisinin evine taşınmaya dair kaygıları, tek bir Dolly Parton (imzası) dövmesi görmesiyle ilişkiyi açan tavrıyla tam da bugünün geyi, herkesin kalenderliğine erişmek isteyeceği türden bir temsil, bu üçlünün de simi eksik sakalına rağmen en fem halkası. Lubunyaların genel normları en umursamayanı olması sebebiyle de muhtemelen 2021 model, ikinci dikiş macerama yepyeni bir nefes getirecek.
Biraz kemerleri gevşetip asıl bölümlerimize gelelim yavaştan… Looking’in San Francisco havasını böylesine içine soluduğunu unutmuşum. Şehir çok önemli bir parçasıymış meğerse hikâyenin. İlk iki bölüm dahilinde kullandığı o pasaj arası mekanları, güneş alayazan evleri, kalabalıkta gözünüze illaki bir iki lubunyanın çarpmasıyla gitmesek de görmesek de o şehir ata babacıklarımızın koliden koliye koştuğu şehirdir diyerek bakındım etrafa. İstanbul’daki canım evimin sokağından caddeye doğru çıkarken gözlerimle kestiğim Beşiktaş ve Teşvikiye geylerini de nasıl özlediğimi hatırladım. Aaah aah…
Saçlarını aynı şekilde kesip aynı şeyleri dinleyen, aynı yerlerde nefes alıp aynı kıyafetleri giyen ılıkdaşlarımın buluşma noktası OkCupid’in adının geçmesine de ufak bir şaşırmadım değil (yargılar dağıtıldı). 2014 o kadar uzak bir tarih ki benim için, akıllı telefon var mıydı, vardıysa da her gün 2 tanesine beğeni verebildiğiniz hiçbir inancı olmadığını 25 soruda ayrı ayrı tekrardan beyan eden tipler ne ediyordu ve bu bomboş uygulama o zaman üretilmiş miydi diyerek bir içlendim Patrick’in acısına. Ek paket olarak da bizi harekete geçiren şey tam olarak ne, sevgiye, o tensel temasa ihtiyaç duyduğumuz açlığı ifade ederken bile nasıl böyle acımasız olabiliyoruzu geçirdim içimden.
Minöründen her bir tarafına şekilcilik yayılmış bir kalabalığız, biliyorsunuz. Ya da kalabalıktık, ehlileşiyoruz artık diyelim… Genel güzellik anlayışına pek uygun bedenleriyle can yakan üç kafadar seçilmiş olmasını da yargılamamaya gayret ediyorum bu yüzden. Zihniyet akışın her yerinde tabii. Patrick’in ayrılmasının hemen ardından “kantarda ağır basan” yeni birini bularak nişanlanmış eski sevgilisinin davetine katıldığı sırada ağzından dökülen madilikler ayan beyan ortada. Ama bir de soru şu: Patrick niye orada? Neden yani? Biz niye böyleyiz, bak bunu aşamıyorum işte. Sırtını dönmek de değil artık ama arkadaş kalmanın el kitabında ortada bir samimiyet de kalmamışken birbirlerinin hikâyelerine dahil olmak neden, asla anlamıyorum. Exlerle arkadaş olma kısmından kendimi sınıfta bırakmam gerekiyor galiba.
“Ex” demişken… İkinci bölüme de uzanan Dom’lu hikâye daha çok ilgimi çekti aslına bakarsanız. Çünkü orada bir sinmişlik, hesabı kapatamama durumu var. Kendisine hayatı zindan etmiş eski partneri her şey bittikten sonra daha iyi bir insan olma yolunda emin adımlar atıyor, geçmiş için de özrünü diliyor Dom da. Apple dizisi Trying’de de benzer bir konu vardı, birlikteliğinizin ardından çağ atlayan sevgiliye asabiyetle alakalı. Yalnız burada işin içerisine verilmiş borçlar, sözler, bolca feragat da girmiş tabii. Toksik ilişkinin kanlı canlı hâli eski sevdiceği refaha erişirken, garsonluğa devam edeni Dom bebeğimize ağır geliyordur tabii. Ama en azından Doris’i var, öyle değil mi? Böyle kocaman sarılıp bütün kötü geçen gecelerimi aydınlatsın istediğim canım Doris!
Nasıl gözükeceğimiz, nasıl konuşacağımız, nasıl kur yapacağımızın üzerine baskıların daha hissedilir olduğu bir jenerasyona bakınca tabii travmalar da su yüzüne çıkmıyor değil. Snowboard piri eski kocası Gus Kenworthy sayesinde tanıştığımız Matthew Wilkas ile dateleşen (ay hiç Türkçe’ye çevirmeyeceğim kusura bakmayın) Patrick’in bu sualler altında ezildiği buluşmanın ardında da sekse kadar her şeyi planlamak mecburiyetinde kalan bir klan olmamızın özeti var. Frank O’Hara referanslamak nedir, seni allah kahretmesin Patty! Evet, Patty dedim. Doğru duydunuz. Gerçi artık ortak ilgi alanları üzerine inşa edilen sosyal medya bazlı ilişkiler yürüttüğümüz için bu kısma şaşıracak hâlimiz kalmadı ya neyse.
Naciye övücülüğüne de parmak basıp esas olarak Richie’ye gelmek istiyorum ben aslına bakarsanız. Burada ekrandan taşan tarifi imkansız bir şeytan tüyü vakası var çünkü. Penisi kesik midir değil midir, Meksikalı olması üzerinden yapılan türlü sohbet girişimleri ve şakalar bir yana dursun yanımızda kimi istiyoruz konusunda kesin bir fikri olan kimselerin hayatına gökten zembille düşen o profil Richie. O bir berber, ama çok seksi. Sanki biraz kapalı yaşıyor hayatını, ama çok seksi. Boyu şöyle sakalı böyle, ama çok seksi. Ailesine çok düşkün galiba, ama çok seksi. Gelenekçi mi bu, ama çok seksi. Metroda yürüyenle de ilişkiye başlamam yahu, ama çok seksi.
İki bölüm genelinde de Richie’yi düşünmekten ve beklemekten nefes alamadım. Biliyorum dizinin bir noktasında sahneye başka bir yağız delikanlı daha girecek, kafalar allak bullak olacak. Ama şu an bütün nabızlarım – ne olduğunu bilirsiniz siz – Richie için atıyor. O çiftlerden biri olmaktan korkan esas oğlanımız Richie’nin kölesi olsun ya da işte Richie’ye kölelik etsin de üstün ırka mensup Raúl Castillo huzurunda ellerimizi bağlayıp hazır ola geçelim istiyorum ben. Bu esnada Agustin’in şimdiden laf sokmaları sağolsun canımı sıkan sevgilisiyle kurduğu yeni hayata da o yüzden hiç odaklanamadım. Sanatla muhattap kişilerin de tanıdık bulacağı bir takım sorgulamalar mevcut aslında bu cephede, elbet uğrarız. Şimdi konumuz başka. Ben Richie’yi istiyorum. Hemen! ŞİMDİ!
Pardon, ufak bir kendimi kaybettim galiba. Pandemi deyin, çok da üstüme gelmeyin. Cazibesi tanıdıktan sonra anlaşılan seçimlerimle bulandırdığım flört hayatıma böyle ağzını açtığı anda vurulduğum biri çok yakışırdı diye düşündüğümden açlığımı buraya kusuyorum sanırım. Şikayetiniz varsa da sizin adınıza çok ama çok üzgünüm sayın muhattap/okuyucu/biricik. Çünkü girişte takındığım kibar tavrın devamı gelecek haftalarda olmayacak. Çirkinleşeceğim, çirkinleştireceğim. Hadi şimdi herkes mutasyonlu kovid ebrar bebeke rağmen koli kesmeye gerek var mı sorgulamasına geri dönsün. Ben haftaya 3 ve 4. bölümler için tekrardan burada olacağım. Beğendiyseniz 1’e, beğenmediyseniz de artık yallah boyfriendtv’ye. Bu arada da bu arada… Vpnsiz çalışıyordu Türkiye’de, benden söylemesi. Uzun uzun lisanslı videolar maşallah.
P.S.: Böyle sahneler görünce otuzlarımın sonlarını (asla kırklar demiyorum) iple çekiyorum… Bir de TV/Film fark etmeksizin anlık aplikasyon buluşmalarını bu kadar iyi gösterebilen yapım var mı yahu? Weekend haricinde (yine Andrew Haigh işi) bir cevabı olan beri gelsin. Ayrıca hayır sevgili anlatıcılar, anal seks lavajsız anca Brokeback Dağları’nda oluyor. Şehirde çoğumuz ortodoksuz.