2020 sinema yılını uzatabilecek son noktasına kadar uzatma motivasyonum sanıyorum eksiklerimin çok ama çok az olduğu bir yıl geçirmemle alakalı. Madem buralara kadar her şeyi tüketerek geldik, bu gerçek bir rehber olabilme durumundan sonuna kadar nemalanalım diyerek ben ve bütün alter egolarım fikirlerimizi beyan etmeye devam edelim istedik. Bugün menüyü çok geniş tutmadım, merak etmeyin. 4×4 konseptini bir kenara alıp dört yapımı, üstüne de TV bazlı ama artık epizodik olmadığı için “film” kanadında değerlendirmeye aldığım işler koydum bonus olarak. Hazırsanız yine sağ ayağımıza abanarak giriyoruz…
THE DIG
Netflix’in uzunca bir süredir elinde tuttuğu ve seçkisine ekleyene kadar varlığını da unuttuğumuz The Dig, hoş bir 2021 sürprizi olarak hepimizin izleme listelerine girdi bir şekilde. Carey Mulligan, Ralph Fiennes, genç yeteneklerden Lily James ve Brit televizyonlarından aşina olduğumuz tonla ismin arz-ı endam ettiği, otuzlu yılların İngiltere’sinde arkeolojiye düşkünlüğü olanlara bir nebze hitap edebilecek, yüzyıllar arası geçerliliğini korumuş bir “sınıf” hikâyesi özünde. Bütün müzelerini başka ülkeler ve (tüzel) kişilerden aşırarak, isimlerini üzerinden silerek kurmuş bir krallığın da ifşası hatta. Ancak vermek için üstün çaba gösterdiği mesajını süsleyebileceği hikâye elementleri yok elinde. Toplumun kadına gördüğü yerle ilgileniyor desem, çabucak sıkılıp bırakıyor. Eşcinsel yan karakterleriyle biraz queer sos sıkıyor iddiasında bulunsam, benliğime ve klanıma hakaret… Geçtiği toprakların tarih hırsızlığına karşı öfkeli de diyemiyorum, malum filmin tonu ortada. Neydi şimdi bu? Vakit öldürme sanatının Netflix karşılığı mı?
THE CROODS: A NEW AGE
Altın Küre’ye aday olmasının ardından ilk filmini de izlediğim için aradan çıkardığım The Croods: A New Age, “aile” kavramına takıntılı portföyüyle yirmi yıldan fazladır ringin kenarında Pixar’ı izleyen Dreamworks’ün pandemi engeline takılan iki filminden biri oldu. Trolls World Tour’un aksine bütçesini çıkaran devam projesinde barbar ilk insanlarımız medeniyetle yüzleşip, mizahı pek demode bir habitatta, birbirlerine olan bağlılıklarını sorguluyor. Çılgınca ünlü seslendirme kadrosu, göz boyayan görselleri ve yarattığı dünyanın cazibesi sayesinde bir an olsun temponun düşmediğine, seyircinin ilgisini kaybetmesine izin vermediğine şüphe yok. Fakat bu yeni çağ sayfasını iyi kılmaya yeterli mi? Hayır. Çünkü çok denenmiş ve benzer maceralarla süslediği animasyonların izinden gidiyor. Zaten tutmuş animasyonların seriye çevrilmeleri hâlinde bu lanete hep tanıklık ediyoruz. Gerçi The Croods: A New Age’in daha tutarlı olduğunu, problematik olmaktan uzak durduğunu düşünüyorum. Ama işte böylesi de dümdüz kalmış. Özellikle muzlar üzerinden sağdığı serüveni unutmaya ihtiyacım var.
BEGINNING
Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum; ancak ben dini kitapları sayfa sayfa ziyaret ederek günümüzde geçen bir anlatıya monte eden senaryolardan yorgun düştüm artık. Gürcistan’ın Oscar aday adayı olarak uluslararası film kategorisinin kısa listesinde kendine yer bulamayan, San Sebastian’dan ödüllü, Toronto’da da FIPRESCI Keşif Ödülü’nü kucaklamış Beginning isimli film de aynı sularda yüzüyor. Daha doğrusu boğuluyor. Yehova’nın Şahitleri mezhebine mensup bir takım insanın ekstremist bir grup tarafından uğradığı saldırı sonrası, kiliselerinden bir kadının kendi gelgitleri içerisinde inançları ile varlığı arasında bir köprü kurmaya çabalaması anlatılmakta özünde. Sözde imgeler, ama konu hakkında minimum bilgiye sahip birinin bile rahatça çözebileceği metaforlarıyla gerçek bir Sovyet salatası. Romanya bu konuları sıklıkla ziyaret ederek suyunu sıktığı için, bu sefer Gürcistan’dan da bir deneme çıkmış ne olacak diyor köşeme çekiliyorum. Tek bir final karesi fikriyle film çekmekten de vazgeçsek keşke.
LITTLE FISH
Öncelikle Olivia Cooke’un koyu bir kuzey aksanı olduğunu, Oldham topraklarında büyüdüğünü bilmediğimi belirterek gireyim sözüme. Her daim bu dünyaya ait değilmiş gibi hissettiren bir dil kullanımları oldukları için Cooke’un da milliyetini bilmememden ötürü izlerken bir süre “Niye yapamıyor?” diye kıvranmama epey güldüm. Neyse, esas konumuza gelelim biz… Little Fish pandemi patlayınca rafa kaldırılan ve hafıza kaybına yol açan bir virüsün dünyadaki salgınını anlatan bir pandemi filmi. Psikolojimizin bütünüyle bozulduğu şu günlerde izlemek pek de akıl kârı değil aslında. Yalnız bugünden bağımsız olarak da Little Fish sevmek, sevilmek ve her varyasyonu keşfedilmiş âşığını unutma meselelerine pek efil efil bir yerden bakıyor. Bu kadar romantizme ihtiyacımız var mı kısmı tartışmaya açık. İki genç yeteneği hunharca harcarken keşke aralarındaki organik bağı yaratabilmek için de mücadele verseymiş dedim ben sürekli olarak. Bu daimi acı çekme mevcudiyetinin ne filme, ne de seyirciye bir katkısı yoktu çünkü.
Bonus: FRAMING BRITNEY SPEARS
Britney Spears, Türkiye gibi bir ülkede henüz internet çağına da girilmediğinden kısıtlı kaynaklarla doksanların sonlarından başlayarak kendi renklerini bulmaya çalışan bendeniz için çok önemli oldu uzunca bir süre. Çok üzgünüm çünkü bu belgeseli izledikten sonra Britney’nin sözde düşüşünün ardından ben de çok sevdiğim bir dünya starına, sırf medya öyle buyurduğu için sırtımı dönmüşüm, şimdi fark ediyorum. New York Times önderliğinde, sosyal medyada startı verilen Free Britney hareketini enine boyuna inceleyen bu minik yapımı da hem Britney özelinde, hem de mental sağlık konusunda bu kadar sesli konuşulmaz iken yaptıklarımızı gözden geçirmek adına değerli buldum. Ancak fanlığın göz kararttığı, kendini çok ciddiye alan tavrının çok büyük hayranı değilim. Söylentiler, dedikodular, kapalı kapılar ardında yapılan konuşmalarını meşrulaştırsa popüler kültürle karşılıklı çıkar ilişkisi üzerinden çok daha değerli bir yere konumlanabilirmiş. Bu durumda biçim olarak masaya yeni hiçbir şey getirmiyor oluşuna da çok takılmazdım sanırım.
Bonus: WENDY WILLIAMS: THE MOVIE
Wendy Williams’ı gerçekten sevmiyorum aslında. Sadece çözmek istiyorum ama asla sevmiyorum. Transfobik yorumları, kendi haricinde hiçbir kadına destek vermediği emanet feminizmi, sırf ağzından çıkan doğrulara inanmamızı buyurduğu garip hayatı ve daha nice skandalı yüzünden oturdum bu Lifetime filminin başına. Çünkü yıllarca psikolojik istismarda bulunan eşine böyle bir film yapılması için izin vermediğinden projede tam söz hakkı sahibi diye nihayet, içimdeki lubunyanın da ısrarı ve iyi niyetiyle, dürüst davranacak diye düşündüm. Çok yanılmışım. Her şeyden evvel çok kötü oynanmış ve epey de ucuz bir film var karşımızda. Zaten Lifetime sırf reyting için yaptığı Flash TV canlandırmalarının bir tık üstünde yapımlarıyla tanınır; ama bu kadar reklam söz konusu olunca daha fazlasını umut etmiştim. Wendy Williams’ın artık bayatlayan ve tabir-i caizse “kokan” yalanlarından bir buket yapılmış, reel hayatta bile sözde sattığı gerçek personasıyla “oynayan” kimliğini daha da mübalağaya batırmış bir enkaz. Lütfen benim yaptığım hatayı tekrarlamayın ve koşarak kaçın!