Yönetmen: Shaka King | Oyuncular: Daniel Kaluuya, Lakeith Stanfield, Jesse Plemons, Dominique Fishback, Ashton Sanders, Martin Sheen, Darrell Britt-Gibson, Lil Rel Howery, Algee Smith, Jermaine Fowler, Dominique Thorne, Robert Longstreet, Terayle Hill | Senaryo: Shaka King, Will Berson | 126 dakika | Biyografi, Drama, Tarih
ABD siyasi tarihinin temellerini siyah dayanışması üzerine kurmuş partisi Kara Panter, bu yıl The Trial of the Chicago 7’da bir set dekoru, ucuz bir dramatik kompozisyon olarak kullanıldığından Bobby Seale ve nicelerinin anısına yapılan saygısızlığın temizlenmesine fazlasıyla ihtiyaç duymuştuk. Tesadüf bu ya, aynı sinema yılına denk gelen Fred Hampton biyografisi Judas and the Black Messiah ile bu açlığımız giderildi. Partinin oluşmasının ardındaki değerli aktivistlerden Hampton’ın liderlik pozisyonundaki tesiri, hapis cezasına çarptırılması ve korkunç bir şekilde katledildiği bir yıllık süreci konu almakta Shaka King’in filmi. Will Berson ile birlikte kaleme aldığı yapım her şeyden evvel siyah bir yönetmen/senaristin eli değdiği için bir sıfır önde başlıyor zaten yolculuğuna. Kimsenin gönlünü hoş etmek ya da gerçekleri şekere batırmak gibi bir hevesi bulunmadığından da özgürlükçü hareketin bugün bile aynı cephede savaştırmaya devam eden ölçüsüz polis şiddeti ve devlet ayaklı kitlesel faşizme karşı verdiği mücadeleyi sansürsüz sunuyor önümüze. Bu anlatıyı klasik biyografilerden bir nebze ayıran kısmı da Hampton’ın kahramanlık statüsüne ulaşmasını onu zaten çok seven insanların gözünden değil, mevcut düzenin mağduru olmuş, Kara Panter ve nice devrimciden bağımsız bir “köstebek” perspektifiyle anlatılması. Nihayetinde Hampton’ın öldürülmesinde de parmağı bulunan ve yıllar sonra hakkında yapılan belgesel yayınlanınca intihar ederek izi asla silinmeyecek vicdan azabından bu yolla kurtulmayı seçmiş Bill O’Neal isimli FBI muhbiri, genç mesih Hampton’a ihanet eden Yehuda olarak seyircinin gözü görevini üstleniyor. LaKeith Stanfield ve Daniel Kaluuya tarafından ayrı ayrı muazzam biçimlerde canlandırılan iki karakterin arasındaki bağ, davanın bütün muhattaplarının iliklerine işlemesiyle birlikte de yeni, ancak hem bu olayları yaşamış hem de biz seyircisini derinden sarsan bir nihayete varıyor ne yazık ki. “Bir devrimciyi hapsedebilirsiniz, ama devrimi hapsedemezsiniz.” sözüyle hafızalara kazınan Hampton’ın hayatı boyunca zulüme maruz kalmamış kimseler tarafından “ırkçı” damgası yiyen mevcudiyetini taraflara söz hakkı tanımadan masaya koyan tavrı ve tabii ki evrenselliğiyle bütün başkaldırılara tercüme edilebilen müdanasızlığı bence çok kıymetli. Elbette kadın karakterlerinden, bilhassa Hampton’ın eşine, bu tür hikâyelerde biçilen destekçi/yardımcı süs muamelesi gösterilmesi ve FBI adına Jesse Plemons’ın ana iskelete dahil edildiği kısımlardaki o tekerrür etme hâli başta olmak üzere itirazlarım var. Ancak esas ihtiyacının ihtilalci bir ruh olmasının farkındalığıyla biçimle çok oynamasa da, göklerden yumruğunu eksik etmeyerek karşı tarafa istediği mesajı geçirebildiğini düşünüyorum Judas and the Black Messiah’nın. Burada tekrar tekrar övmek istediğim Daniel Kaluuya’nın, belki de kariyerinde ilk kez, canlandırdığı rolün içerisinde kaybolarak çıkardığı Fred Hampton portresinin payı da oldukça büyük. Öyle ki kaçınılmaz boğazda yumru efektli kapanış yazılarının bütünü bozan çiğliği bile Kaluuya’nın oyunu sayesinde gölgeleniyor. Alacağı Oscar adaylığı için ne denli heyecanlı olduğumu da eklemezsem içimde kalır.