İlerleyen yıllarda da devamını getirmek istediğim bir geleneğin startını veriyorum bugün: Önümüzdeki Nisan ayında dağıtılacak En İyi Uluslararası Film kategorisinin kısa listesine kalmış yapımları minik minik konuştuğum, fikir beyan etme konusundaki eşi benzeri olmayan takıntımı besleyecek bir yazı! Ne yazık ki ki Fildişi Sahilleri’nin aday adayı Night of the Kings’e ulaşamadığımdan bir eksiğim mevcut; ama 14 yapım da karnınızı doyurmaya yeter diye umuyorum. Şimdilik tahmin işine girmeden, daha evvel hakkında konuştuğum yapımları da alıntılarla taşıdığım bu yeni “Oscar’ın Yabancıları” başlığı umuyorum ilginizi çeker. İlerleyen günlerde (muhtemelen yarın) belgesel dalının kısa listeye girmiş yapımlarını da taşıyacağım Oscar Boy sayfalarına, haberiniz olsun. Buyursunlar…
Not: Night of the Kings de izlendi, keyifler tıkır. Yazı güncellenmiş hâliyle huzurlarınızda.
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
ANOTHER ROUND | Danimarka
Yeni Thomas Vinterberg projesi Another Round, hayat gailesinin tatsız koşuşturmacasında evcil bir sürüngene dönüşmüş esas karakterimiz Martin’in orta yaş krizini göğüslemesi ve öğretmenlik yaptığı okuldaki üç meslektaş dostunun amatör tezi etrafında dönen bir hikâye anlatıyor. Teorilerine göre kanda eser miktarda alkol bulunması hâlinde heyecanlarını çoktan kaybettikleri kariyerlerine sıkı sıkı tutunmalarına sebep olacak o gazı soluyabileceklerini düşünüyor bu dört arkadaş. Epeyce keyifli, mevcut süresini hissettirmeyen bir genel izleyiciye ait ve hatta sinema salonunda tüketmelik bir film Druk. Ancak yaşam filizi ölmüş esas karakterinin buraya gelmesindeki sebepleri açıklamakla pek uğraşmayışı ve her şeyin üzerine oynadıkları kumarın bedelini eşlerine ödetme teşebbüsüyle andropozlu beyaz erkeklerin isyanından öteye gidebiliyor mu şaibeli. Mads Mikkelsen’in övmelere doyamadığım oyunculuk zirvesi ve final bloğu haricinde hediye ettikleri sınırlı. *15 Ekim 2020 tarihli yazımdan alıntıdır.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
BETTER DAYS | Hong Kong
Çin ve bünyesindeki devletlerin eğitim sistemiyle alakalı noksanlar neredeyse bu topraklardan çıkan her filmde irili ufaklı bahis konusu olsa da Hong Kong’u temsilen Oscar yarışında yerini alan Better Days bütün anlatısını okullardaki zorbalığa ve kalabalıklar içerisinde kaybolurken yaralananlara ayırmış. Ülkesinde pek meşhur bir pop starının Aynalı Tahir’den bozma bir mahalle delikanlısını canlandırdığı yapımın türler arası kargaşası başlı başına konuşulması gereken bir mesele tabii; ama asıl sorun kendini çok ciddiye alması bana kalırsa. Yersiz uzun yerli dizilerimizi andıran melodramının içerisinde bir video klipte rol alırmışçasına acı çeken oyuncularıyla sözde toplumsal sorunlara teker teker değinmek istese de sonuç yetersiz ve bir hayli yüzeysel. Mesajını da tam anlayamadım. Acılara yürüyün korkmayın, elbet hayat normale döner mi demek istiyor? Gülseren Budayıcıoğlu Hanım’dan aldı herhâlde dersini. Başka mantıklı bir açıklama bulamıyorum.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
CHARLATAN | Çekya
Agnieszka Holland’ın ABD televizyon sektöründe yaptığı isim bir şekilde harici film üretimini de gündemde tutmasına yardımcı olmasa şu an Charlatan’ı konuşur muyduk emin değilim. Alternatif tıptaki başarı sayesinde yıkımın kıyısındaki Çekoslovakya’da pek çok hastayı sağlığına ulaştıran Jan Mikolášek, ülkedeki rejimin değişmesiyle birlikte bir iyilik meleğinden suçluya evriliyor iktidarın gözünde ve bir anda kendini yargının önünde buluyor. Yalnız Holland’ın filmi bu enteresan hayat hikâyesinin sadece adaletsiz son çeyreğine odaklanmaktansa Mikolášek’in buraya nasıl geldiğini ve heteroseksüel seyircisinin “rahatını bozmayacak” bir sansür yardımıyla doktorun eşcinsel kimliğini de taşımış perdeye. Bunu bu kadar zevksiz, demode ve temposuz bir stille yapmasının sebebini anlayabilene de aşk olsun. Uzun zamandır böylesine cetvelle çizilmiş bir biyografi izlememiştim. Şimdi soru şu: Charlatan kim? Ana karakter mi, sinema dili paslanmış Holland mı?
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
COLLECTIVE | Romanya
Bu yıl hem uluslararası film hem de belgesel kategorisinde şansını deneyen iki yapımdan biri Romanya’nın aday adayı Collective. 2015’te bir gece kulübünde gerçekleşen yangın sonrası inanılmaz bir sağlık skandalının ortaya çıkışını konu alıyor. Bizim ülkemizde benzerine rastlanmayacak türden usta işi gazeteciliğin ürünü ifşasında sermaye sahiplerinden devlete kadar herkesin ipliğini pazara çıkararak derinden sarsan sonuçlara varıyor. Mesele yine ellerindeki parayla filler tarafından çiğnenen çimenlerin hayatının nasıl hiçe sayıldığını sergilemek. Alexander Nanau’nun belgeselini benzer araştırmacı ve politik yapımlardan farklı kılan ise tabii ki de türün temel kuralını kullanarak, filmine “gerçeklerin” yön vermesine izin vermesi. Araya ekstra bir anlatıcı koymayıp o samimiyetsizlik hissinden arındırarak olayların kendi adına konuşmasına izin vermiş ve nihayetinde de söz sahiplerinin rahatlarına ateşler salan bu kalburüstü yapım çıkmış. *24 Ocak 2021 tarihli yazımdan alıntıdır.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
DEAR COMRADES! | Rusya
1962 yılında gerçekleşen işçi grevi ve olaylar sırasında işçilerin Sovyet Ordusu tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan Novoçerkaskk Katliamı çevresinde dönen bir hikâye Dear Comrades. Bu listeye kalmayı başarmış Bosna Hersek yapımıyla da aralarında büyük benzerlikler taşımakta. Ancak Rusya’nın filmi ızdırabı çeken tarafla değil de, yolunu kaybedip bir şekilde hükmedenlerin, acı çektirenlerin tarafında kendini bulmuş bir kadının başına gelenler neticesinde bildiği her şeyi sorgulamasını konu alıyor. Seçtiği perspektifin özgünlüğüne ve bunu siyah beyaz, sinemaya pek yaraşan bir estetikle yapıyor olmasına diyecek söz yok. Sadece ben artık bu coğrafyanın, iliğe işleyen soğuk havasıyla birlikte Putin’in hükmünde de aynı bedelleri ödetiyor olmasına işaret ederken her şeyi daha “göze hitap edecek” şekilde resmetmesinden, işin tarih pornosuna dönüşmeden epey yoruldum. Ardımıza bakmadan, hazma kafayı takmadan devlet babayı parçaladığımız günler de gelir mi acaba?
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
HOPE | Norveç
Tıpkı yarıştaki diğer kuzey filmi gibi genel izleyicinin damarına fazlasıyla oynayan bir drama Hope. Bu sefer hayatı kanser teşhisi ile sarsılan ve üç aylık ömrü kaldığını öğrenen bir kadını izliyoruz. Partneri ve çocuklarıyla Noel’den yeni yıla kısacık bir zaman aralığında hem Norveç sağlık sistemi ile boğuşmalarına, hem de bu haberin ardından ev ahalisinin hayatla, daha doğrusu kaderleriyle hesaplaşmasına yer veriliyor. Bir tiyatro sahnesine çok yakışacağını düşündüğüm metin tamamen oyuncuların performansıyla ışıldayacak bir biçimde yazılmış. Dolayısıyla da bütün başarılarını başrolleri paylaşan Andrea Bræin Hovig ve Stellan Skarsgård ile elde ediyor. Trajedinin dozunu asla kaçırmadan, o toprakların kan kusup kızılcık şerbeti içtim dedirten kültüründen de beslenerek ediyor finalini. Bilemiyorum, belki de bu hastalıktan çok korktuğumdandır bilinmez, ama ölüme dair konuşmaktan ve düşünmekten çekinmeyen kanser dramasına da ilk kez denk geliyorum açıkçası.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
I’M NO LONGER HERE | Meksika
Üç amigodan Guillermo Del Toro ve Alfonso Cuarón’un verdiği destek sayesinde gündemden düşmeyen, Netflix destekli I’m No Longer Here, Meksika’da mevcut bir alt kültürü kullanarak bulunduğu toplumun ötekisi olmak üzerine bir öykü anlatıyor. Doğduğu yerleri karıştığı bir kartel çatışması sebebiyle mecburen ardında bırakıp New York, Queens’e göç eden ana kahramanı ekseninde göçmen deneyimini bir kez daha elden geçiriyor da denebilir. Sıkıntı şu ki, bu dans ve müzik üzerine kurulu alt kültürün daha evvel perdede yer bulmadığı aşikar olsa da, uyuşturucu ticaretinin darma duman ettiği hayatlara, hep bir çetenin parçası olmak zorunda bırakılan gençlere dair fazlaca üretimi bulunan ülke sinemasında yeni bir şey keşfetmiyor I’m No Longer Here. Daha evvel aynı temaları ziyaret eden her yapımın izinden giderek ezber ettiğimiz nasihatlarda bulunuyor. Hâl böyleyken de filmin övüldüğü yerleri görebilmek güç. Hele ki o derme çatma finali yok mu…
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
LA LLORONA | Guatemala
La Llorona için kabaca çok başarılı bir “Dün yediğin hurmalar, bugün götünü tırmalar.” temsili diyebiliriz sanırım. Çok da uzak sayılmayacak bir geçmişte soykırıma önderlik etmiş, savaş suçlusu eski bir siyasetçinin ölümün pençesinde iken acısı geçmemiş hayaletler tarafından yoklandığı bir evde geçiyor tüm film. Adımınızı kapıdan dışarı attığınız anda yüzünüze öfkesi vuran kalabalığı ve ateş düşürdüğü hânelerle kendi ev ortamının yarattığı kontrast arasında rahat uyuyan politikacıların huzurunu kaçırıyor. Dört başı mamur, her fikri orijinal bir gerilim olduğunu iddia etmek güç. Ama pençesini geçirdiği muhattaplarını germeye yetecek kadar muhtevası var içerisinde. Uslanmaz ana karakterinin cezasını verirken tepesindeki çatıyı kadın karakterlere yıktırarak puanları topluyor. Baktıkça içimizin üşüdüğü fönlü, ıslak ve uzun saçlar görmeyi de özlemişiz sanki. Hele ki anlam teşkil eden bir yere de kondurulmuşken bu imaj… Enfes! *24 Ocak 2021 tarihli yazımdan alıntıdır.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE MAN WHO SOLD HIS SKIN | Tunus
The Insult’ın, Mustang’in aday edildiği bir kategoride The Man Who Sold His Skin gibi sırf batılı izleyicinin suçluluk duygusuna hitap eden, yaşadığı yerlerden habersiz, kendini beyaz zanneden birileri tarafından çekilmiş filmlere yer verilmesine şaşırmamak gerekiyor aslında. Fakat ben artık hangi listeye kaldıklarından da geçiyorum, 21. yüzyılda bu hadsizliklerin birileri tarafından yazılmış olmasına sinirleniyorum. Suriyeli ana karakteri bir sanat eseri olarak vize alabilsin ve sığınma hakkını kullanabilsin diye vücudunu bir sanatçıya teslim edip sırtına dev bir pasaport vizesinin dövme yapılması etrafında dönen inanılmaz çiğ, uluslararası ilişkiler birinci sınıf öğrencisinin bile yapmayacağı analizlerle dolu korkunç bir film var huzurlarınızda. Bütün katarsisleri, diyalogları ve her tarafı sakat karakter çalışmaları okullarda “Film nasıl yapılmaz?” derslerinde okutulmalı. Mantık hatalarıyla dolu final bloğuna gelene kadar kurduğu ırkçılığa orta parmaklı gidişatın nasıl fobik kapatıldığını da bilahare konuşalım.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE MOLE AGENT | Şili
Belgesel kategorisinin kısa listesine de kalmayı başaran The Mole Agent, yükselişteki Şili sinemasını temsilen bulunuyor yarışta. Annesinin yattığı huzurevinde ihmal edildiğini düşünen biri tarafından tutulmuş dedektiflik firmasının bu göreve uygun, casusluk yapacak yaşlı bir amca aramasıyla açılıyor film. Sonrasında da belli bir amaçla içeri sızan bu amcacığımızın bakım/huzur evi ahalisiyle kurduğu bağı, büyük sona yaklaşırken deneyimi sayesinde gözlemlediklerini, sevgiye duyduğumuz açlığın kaç yaşına gelirsek gelelim asla kaybolmadığını ve hatta daha da mühimleştiğini konu alan hem kalp kırıcı, hem de iç ısıtan bir iş. Uzun metraja yayılacak kadar malzemesi olmadığını not düşeyim. Fakat herhangi bir beklenti olmadan ve nereye varılacağı bilinmeden atılan bu ajanlık adımının yıkıcı bir ifşaya ulaşmayışı epey değerli kılmış The Mole Agent’ı. Kurgusal olmayan yapımların büyüleyici tarafı da tam olarak yol haritasını yoldayken çizebilmek değil mi zaten?
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
NIGHT OF THE KINGS | Fildişi Sahilleri
Denis Lavant sürprizli Night of the Kings’in içinden hiç beklemediğim bir film çıktı desem yeridir. Bir kere her şeyden evvel filmin çok tanıdık bir kontekst içerisinde, zulümle hükmeden bir iktidarın etkisi altında kolu kanadı kırılmışların öyküsünü anlattığını not düşmek gerek. Kimsenin “güvende” hissetmediği bir hapisane ortamında hikâye anlatmanın gücü üzerinden sıra dışı bir şeye kalkışıyor yönetmen/senarist Philippe Lacôte. Kuralların sıfırdan ve kendilerine göre yeniden yazıldığı dünyanın ucu da o toprağa ait olan her şeye değiyor esasında. Bahsini ettiğim istibdattan sınırlarını göremediğimiz bir kültürün eril birey için temizlediği yollardan, her şeyden evvel ruhuyla bir bağ inşa etmeye çalışan âdetlerine kadar geniş bir skala. İşin güzel tarafı gelen seyircisine de yabancı muamelesi yapmaması Night of the Kings’in. Herkes bir hayli acımasız olmasına karşın parmaklıklıkların ardında herkesi anlayabilmemiz için gerekeni yapıyor.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
QUO VADIS, AIDA? | Bosna Hersek
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın gördüğü en büyük toplu insan kıyımı olarak da bilinen Srebrenitsa Katliamı’nın öncesinde ailesini kurtarmaya çalışan, Birleşmiş Milletler’de çevirmen olarak görev yapan Aida adında bir kadının üstün mücadelesi anlatılıyor Bosna Hersek’in aday adayında. Rusya’yı konuşurken söylediklerini tekrarlamaya niyetim yok. Nitekim burada metin de, yönetmenin kamerasını konumladığı yer de işi trajedi pornosuna çevirmekten bir hayli uzakta. Fakat bu sefer de kupkuru, insana dair olup insan olmak hakkında tek bir emare taşımayan inanılmaz mesafeli bir yapım var huzurlarımızda. Seyircisiyle bir ilişki kurmak, ya da onları empatiye sürüklemek gibi bir derdi olmadığı gibi kurguya buladığı hikâye uzantılarına da aynı duygusuzlukla yaklaşıyor Quo Vadis, Aida. Tüm bunlara rağmen nasıl Oscar’ın uluslararası film dalında daha evvel ödüllendirilmiş tuzaklara benziyor anlayabilmiş değilim.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
A SUN | Tayvan
İki buçuk saati aşan süresiyle yarışın en uzunlarından biri olan A Sun, Netflix kitaplığından tüketilebilecekler arasında yer almakta. Reşat Nuri Güntekin’in ölümsüz romanı Yaprak Dökümü’nün 174 bölümlük uyarlamasına bile sığdırılamamış aksilikleri, trajedileri, melodramları, aile dramalarını tek bir kalemde tüketen yapım, her çıkmazını buğulu gözler eşliğinde servis edilmekteki öğütlerle tamamlamaya ant içmiş o gişe filmlerinden biri. Muhtemelen aynı dertleri yaşamış ve aynı dili konuşanların üstünde tesiri çok daha güçlü olacaktır. Olanı biteni uzaktan seyreden izleyicisi için ise ne ifade edeceği meçhul. Toksik aile kültürünün babaya tapan ayaklarından sıdkımız sıyrıldığı için bu gösterilmeyen sevgisiyle, evlat ayırmalarıyla, tencerem kapalı kaynar kimse bilmez içinde et mi pişer dert mi zırvasıyla ilk çeyrek haricinde ciddiye alınacak bir tarafı yok. Belki sistemin sadece gelir düzeyi düşük kalabalıkları ezip geçtiğini dile getirmesi konuşulabilir; ama bunu da bilmiyor muyduk zaten?
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
SUN CHILDREN | İran
Çocuk oyunculardan yüksek performanslar almasıyla ünlü yönetmen Majid Majidi, artık hakim olduğumuz sinemasının bütün temel özelliklerini bir arada barındıran Sun Children’la İran adına şansını deniyor Oscar yarışında. Bağımlılık problemleri yaşayan annesi hastanede yattığından kendi hayatını kendi çevirmek zorunda kalan ana karakterin niye bir akrabası yok, bu anne çocuğunu bırakacak tek bir kişi bile mi bulamamış sorgularımız arasında altında hazine yattığına inandırıldığı okula giren bu oğlanın nihayetin hayatına güneşi doğurmak istemesiyle alakalı bir mücadele mevzubahis. Her karakterin hangi amaçla öyküye monte edildiği çok belli olduğundan da en bilindik yollardan final çizgisine varıyor. Bir tek okul müdürünün konumunu daha yüksek konumlardaki koltuklara duyduğu sevda üzerinden ekstra bir mesajı mevcut. Kalanı aynı ölüm kalım Ortadoğu havası. Sadece Majidi’nin özelinde çocuklara yetişkin işi yaptırıp, asla çocuk olduklarını unutturmaması konusundaki uzmanlığı konuşuyor.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
TWO OF US | Fransa
Two of Us, emeklilik yıllarını yaşayan bir çift mevcuttaki malını mülkünü satarak Roma’ya yerleşme hayalleri kurarken açılıyor. Bu iki kadının ikinci baharlarındaki aşklarını yeşertecek ortak gelecek planı, birinin geçirdiği hastalık sonrası yönelimini bağıra çağıra beyan edememekten çok daha büyük bir sorunla sekteye uğruyor. Ve buradan itibaren sevginin, cinsel kimlikten bağımsız olarak, hangi engebeleri aşmaya razı olduğunu sorgulayan tarafıyla yüz yüze getiriyor film bizi. Tabii ki de LGBTIQ+ anlatılarda mutlu sona duyduğumuz hasret, buradaki finalden de memnun kalmaya engel. Ancak iki başrolünün usta işi performanslarıyla bizi taşıdıkları bitiş çizgisinde dillendirmediğimiz duygulara tercüman olduğunu düşündüğümden bir şekilde göz yumabiliyoruz hepsine. Bu frankofonluğun yerini kimi zaman melodrama bırakmasını arzu ettiğimi de ekleyeyim. Belki o zaman tonuyla alakalı problemleri de duygusal yükü sayesinde bir anlama kavuşurdu. *10 Şubat 2021 tarihli yazımdan alıntıdır.