Yaratıcı: Russell T. Davies | Oyuncular: Olly Alexander, Omari Douglas, Callum Scott Howells, Lydia West, Nathaniel Curtis, David Carlyle, Keeley Hawes, Shaun Dooley, Tracey Ann Oberman, Neil Patrick Harris, Stephen Fry, Moya Brady, Neil Ashton | 60 dakika | Channel 4
Nihayet sinema yılını tamamlayabildim de dizilerime ve 2021’in umut saçan kollarına atabildim kendimi. Ama tabii öncesinde bu süre zarfında izleyip yazmak için fırsat bulamadığım TV işlerini aradan çıkarmam gerekiyor. Daha evvel Oscar Boy sayfaları dahilinde Tofu – Banana – Cucumber üçlemesini defalarca övdüğüm Russell T. Davies’in mucizeden hâllice, sosyal medyada da bahsini ettiğim mini dizisi de ilk durağım. Amerika menşeli ve Tony Kushner’ın eşsiz taşyapıtı Angels in America’da direkt New York’a tahsis bir virüsmüş gibi davranılan HIV’nin seksenli yıllarda sebep olduğu, kuir bireylerde daha sık görülen AIDS salgını üzerinden geçmişle bugün arasında bir merdiven kurmuş Davies. Bu seyirin pandemi yılına gelmiş olması ekstra anlamlı. Çünkü değil cinsel, tensel temasın dahi tehlikeli olduğu bir salgın psikolojisi içerisinde toplumun sadece belli bir zümresini hedeflemiş olmasa da, sosyal kısıtlamaların benzeriyle haşır neşir olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Tabii burada çok daha acı, devlet yollu adı konmamış bir soykırımın da izleri var. Ryan Murphy’nin bugüne kadar yapabildiği nadir iyi yapımlardan Pose’da AIDS’in sadece eşcinsel erkekleri vurmadığının altı defalarca çizilmesine karşın, It’s a Sin biraz da Londra ayağında olmayı bahane olarak kullanıp cis gey erkekler özelinde bir anlatı kuruyor. Bağıra çağıra kendi renklerini yaşatmanın imkansız gibi gözüktüğü yakın geçmişte kulağa bir şehir efsanesi gibi gelen bu virüse okyanusun diğer tarafında verilen tepkilerin skalası oldukça geniş. Minik bir arkadaş grubu üzerinden de aktivisti, yeni açılanı, henüz açılamayanı, femineni, masküleni, kendini seveni, kendinden nefret edeni diye de aşina olduğumuz türlü kuir kategorizasyonların bir tekrarı yapılmış. Davies, zaten yeni bir yer keşfetmek, basılmamış bir toprak parçası bulmak niyetinde değil. Aksine bildiklerimizden derli toplu bir hikâye çıkarabilmeye ve olabildiğince Brit hissettirmeye de özen göstermiş. Dolayısıyla Years & Years’ın solisti, hayatlarımıza Skins ile giren Olly Alexander’ın başrolünde yer aldığı It’s a Sin için görevlerini yerine getiriyor denebilir. Ancak ortada bahsini ettiğim yapımlar haricinde BPM (Beats Per Minute), 1985, Longtime Companion gibi sayısız örnek bulunduğundan mukayese sırasında karbon kağıdıyla geçirilmiş gibi hissettiren pek çok detay olmasına eksi puan yazanları da anlayabiliyorum. Bu noksanını da bulunduğu coğrafyadan bu başlık altında nadir anlatı çıkmasını kullanarak kapatmaya çalışmış nitekim. Benim It’s a Sin ile bağlantı kurabildiğim, kimin hangi noktada AIDS’e teslim olacağını daha ilk sahnesinde tahmin edebildiğim dizinin günahlarını affedebilmem ise final bölümü sayesinde oldu. Çünkü kandaşlara açılma ve karşılarında hem çok iyi tanıdıkları, hem de onlara pek yabancı olan varlığınızla ayakta durabilmenin ne kadar sancılı bir süreç olduğunu bilip, bu süre zarfında çekilen acıların bilhassa annelerimizle olan ilişkimizde bir kenarda tutulabileceğini, arada onlara da kızabilme hakkımız olduğunu hatırlatıyor. Biliyorum, çok basit bir mesaj aslında bu. Anne – baba problemleri neredeyse her karakter çalışmasının temelini oluşturuyor, onun da farkındayım. Fakat It’s a Sin epey epey parmak göstererek bir suçlu seçiyor kendine ve diyor ki ben sizi seçmedim, beni dünyaya getirmeye siz karar verdiniz ve ne olursa olsun bana koşulsuz sevginizi, anlayışınızı, en önemlisi “ben” olmama izin vermeyi borçlusunuz. Bir hatam varsa, bir kusur işliyorsam sebebi de sizsiniz. Aldığım nefesin de, çektiğim kahırın da yolları size çıkıyor. Çoğunluğu tek planda çekilmiş, böyle leziz bir orta parmak varken de kayıtsız kalamadım açıkçası. Varsın geçtiği yolları ezber etmiş olalım, ne var yani? MVP: Callum Scott Howells (Colin)
Metin
9 Mart 2021 at 16:57
It’s a sin denilince sadece aklıma Pet Shop Boys geliyor.