Yönetmen: Florian Zeller | Oyuncular: Anthony Hopkins, Olivia Colman, Olivia Williams, Rufus Sewell, Imogen Poots, Mark Gatiss | Senaryo: Florian Zeller (oyun & uyarlama), Christopher Hampton (uyarlama) | 97 dakika | Drama
Esasında 2020 sinema yılını tamamen rafa kaldırdım; ama En İyi Film adaylarından birini yazmamak, “tamamlanmışlık” hissine sıkı sıkıya bağlı bir hâlde nefes alıp veren varlığıma pek iyi gelmedi açıkçası. O yüzden birkaç kelam etmek istiyorum, geç teşrif eden bu yapım hakkında. Florian Zeller’ın aynı adlı oyunundan beyazperdeye uyarladığı tekst zaten evvelinde çok şatafatlı bir yolculuk yaşamış. Fransız tiyatro sahnelerinin en önemli ödülü Molière’de En İyi Oyun dalının galibi olmuş, oradan İngiltere’ye ihraç edilmiş ve başarısının ardından ABD (Broadway) başta olmak üzere 45 farklı ülkede sahneye konmuş. Mevcutta 2015 tarihli Floride isimli bir sinema adaptasyonu daha mevcut hatta. Ancak Dangerous Liasions, Atonement ve God of Carnage gibi işlerdeki başarılı tiyatro ile edebiyattan sinemaya çevirisiyle tanıdığımız Christopher Hampton’ın katkısıyla meydana çıkan yepisyeni The Father’ı, diğer varyasyonları görenler bambaşka bir yere konumlandırıyor. Peki neden? Öncelikle tiyatro sahnesine bu kadar yaraşan bir metnin beyazperdede kendine yeni bir karşılık bulabilmesinin getirdiği bir avantaj var. O kadar alışmışız ki artık bu tür materyallerin o sahne tozundan arındırılmamasına, The Father’ın orijininden bağımsız tek başına var olabilmesinden ister istemez etkileniyoruz. İkinci ve daha önemli mesele, Alzheimer ile demans tipi hafızanın kaybına yönelik anlatılarda hem hastanın hem de hasta yakınlarının perspektifine dair tonlarca film yapılmış, bu filmler bizi o insanları anladığına inandırmış olsa da The Father kendimizi ana karakterinin pabuçlarının içine yerleştirebildiğimiz, büyülü bir şey başarıyor. Kendiyle aynı adı taşıyan karakteri canlandırmaktaki Anthony Hopkins’in izinde bu yıkıcı hastalığın muhattabını nasıl bir zihinle baş başa bıraktığına şahitlik ediyoruz. Günleri, isimleri, yüzleri hatırlamamaktan öte bir yere doğru savuruyor çünkü film bizi. Kaybolan zaman ve mekan kavramıyla birlikte dıştan içe hatıralar bir bir silinirken kaçınılmaza yol alıyoruz. Öyle ki finalde her izleyeni çarpan, varoluşunu anneciğine tutturmuş kocaman bir adamın gözyaşı döktüğü sahneyle yerle yeksan oluyoruz. Üçüncüsü ve bu leziz yemeğe yapılan son dokunuş da elbette oyuncularından geliyor. Herhangi birinin yeteğini sorgulamak bana düşmez. Ancak az sahneyle çok iş başaran Olivia Williams, dünya üzerinde kendinin yapamayacağı tek bir rol bulunmadığını kısacık bir süre zarfında ispat eden Olivia Colman ve oyunculukla ilgili fikirlerimizi, standartlarımızı sorgulamamıza yol açacak büyüklükte bir oyunla yakın sinema tarihinden adı anılması gereken performanslar arasına adını yazdıran Anthony Hopkins, mevcut duygusal yükünü yalnızca var olan gerçeklerle inşa etmeye çalışan filmi yukarıya taşıyor. Kusurları var mı? Esasında görünürde işlemeyen bir şey yok. Meramını açabilmek için birazcık oyalanıyor; fakat final noktasında gerilim filmlerinden eser bir tansiyonla olağana karşı gözümüzü korkutmayı başaran Zeller bütün parçaları birleştirerek hikâyesini tamamlamasını da biliyor. Şimdi soru şu: Acaba Oscar yarışında Chadwick Boseman yerine Anthony Hopkins’i desteklediğim için suçluluk hisseder miyim? Karşımıza The Two Popes/Darkest Hour misali bir ödül sezonu yemi çıkacağını sandığımdan verdiğim tepkinin bedelini ödeme olarak mı saymalıyım yoksa bu son dakikada takım değiştirme eylemini? Bilemedim…
Pingback: MUBI Türkiye Kitaplığından Oscar Adayı Filmler - Oscar Boy