Eleştiri

4×400 Film: Festival Kırıntıları (Duble Versiyon)

Yayınlandı

on

Sezonun bitişinin ardından henüz evlerimizden çıkamadığımız için o süreçte FestivalscopePro isimli, uyduruk bir yerde yazıyorsanız bile para karşılığı akreditasyon veren ve uluslararası festivallerde dağıtımcı bulamamış yapımları izleyebildiğiniz bir siteye üye olmuştum. Aslında içlerinde çok severek izlediğim yapımlar da var ancak eğer film alıp satmak üzerine bir iş icra etmiyorsak ya da iyice Tumblr’a düşen Letterboxd’ta üç film daha fazla izlemek için şova girişen sosyopatlardan değilsek pek de üyelik gerektirmeyen bir mecra burası. Tabii ben tükettiklerimi, elimden geçirdiğim her şey hakkında bir iki satır da olsa fikrimi beyan etme takıntım olduğundan 4×400 konseptimiz içerisinde aradan çıkaracağımı. Ama siz siz olun, on kişinin izlediği yapımlar yerine gidip klasikleri izleyerek sinema kültürünüzü zenginleştirin diyerek ağabey (e artık 31 olduk) tavsiyemi vermiş olayım. Hadi bakalım, sırf takıntılarım yüzümden karaladığım yazıma girelim şimdi…

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

A RIVER RUNS, TURNS, ERASES, REPLACES

Online film sevdalısı personamın bir parçası diyalogsuz, bütün gücünü mekandan alan, selüloit hatıra defteri tadındaki her filmden nefret etmek üzerine kurulu olduğu için son birkaç yıldır bu havuzdan filmler beğeniyor olmamın şokunu inanın ben de atlatamıyorum. Berlin’deki prömiyerinden adını The Cabinet of Dr. Caligari’den alan Caligari Ödülü ile dönen A River Runs, Turns, Erases, Replaces kovid hakkında şimdiye kadar izlediğim sayılı belgesel arasında beni en çok hırpalayanı oldu. Wuhan’ın tek bir gününden boş sokakları, sahilleri, mekanları izleterek bir yandan da yakınlarını kaybetmiş olanların mektuplarını okutuyor bizlere yönetmen Shengze Zhu. Yüzyılda bir gerçekleşen, bütün dünyayı çevrelemiş bir salgına şahitlik ettiğimizin bilinci yaşanan kayıpların ardından kaleme akıtılmış matem ile suratınıza bir sille, boğazınıza da koca bir düğüm armağan ediyor.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

THE CEMİL SHOW

Yolu Rotterdam’dan geçen Barış Sarhan filmi The Cemil Show ile sanıyorum Türkiye izleyicisi de yakın bir zamanda buluşur. Joker ertesi filmin tesirinin önümüzdeki beş yıl boyunca pek çok alanda hissedileceğini sıklıkla dile getirdiğim için esasında bu filmin ilham kaynağı olarak tamamen Joker’i kullanmasına çok şaşırmamam gerekiyor. Ancak senaryonun olgunluğuna dair derin şüphelerim var. Daha doğrusu en başından orijinal materyal (gerçi bir uyarlama değil, sadece çok ama çok benzemekten muzdarip film) mental instabilite ile zorbalık görerek büyümek arasındaki ince çizgi arasında yanlış ifade yollarını ve özgeçmişleri seçtiği için The Cemil Show’un da benzer bir hata işlediğini düşünüyorum. O da ne? Bana kötü davrandılar madem o zaman kırmızı takımıma kan fışkırtabilir, boğaz kesebilir, çivisi çıkmış toplumdan tek adam intikam alabilirim. Nasıl tehlikeli, nasıl problematik, nasıl sakat… Yeşilçam’ın hatıralık objeleri ve kareleriyle servis edilmesi haricinde bir değeri yok.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

PEBBLES

Bu filmi benden başka izleyen ya da izlemeye değer bulacak olan var mı bilmiyorum; ama çok çok küçük bir bütçeyle çekilen, yine Rotterdam çıkışlı, Pebbles’ı da çok beğenerek izledim. Açlığın ve sefaletin tam merkezinde ataerkil iktidarın gerekli koşullar sağlanmadığı müddetçe babadan oğula nakil olacağının altını çizen, tozu dumanına karışmış, hem hazmı hem de izlemesi zor bir iş Pebbles. İmkânlar dahilinde denenen tek planlarla eşine olan sinirini çıkarmak üzere çalışmayan, çalışmadığı gibi cebindeki üç kuruşu da olmadık şeylere harcayan bir baba ve oğlunun evin annesini bulmak üzere kayınvalidesinin köyüne gittiği bir yolculuğu konu alıyor. Varış yeri çok uzak değil. Ama elde avuçta bir şey olmayınca güzergâh da, hedef de ulaşılamayacak kadar zor geliyor insana. Filme tutunduğum yeri tam da ifade edemiyorum. Ama sanırım kaçışsızlığı ve bunu kandaşlık yoluyla miras gibi bırakması sanırım beni vuran. Ailesini kambur gibi taşıyanların iliğine işleyecektir, eminim.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

BAD LUCK BANGING OR LOONY PORN

Berlin’i Altın Ayı alarak tamamlayan Bad Luck Banging or Loony Porn, festivalin geçmişindeki jüri kararlarını da düşündüğümde beni şaşırttı diyemiyorum. Berlin topraklarına ayak basıldığı andan itibaren şuur denilen kavramın ellere karıştığını hepimiz biliyoruz. Radu Jude’nin yıllar evvel çektiği porno ortaya çıkınca başı okul yönetimi ve velilerle belaya giren bir öğretmenin bu bataktan kurtulma sürecini, hatta bir nebze de öncesini anlatıyor. Yönetmenin çok net bir vizyonu var. Ana karakterin zihnine girerek o kaosu hepimize yaşatmak istiyor. Öyle ki filmin finaline doğru büyük bir porsiyonu kapsayan yüzleşmesinde de kamerasını hep seyircinin arasında tutarak yaşanan utancı, gerilimi, asabiyeti sonuna kadar tatmamıza yardımcı olmuş. Pandemi gerçekliğini de bir kenara itmeden ve amaçtan ziyade sadece hikâyenin yaşandığı dönemdeki psikolojiye ışık tutması için kullanmasına da tam puan. Ama o alternatif finaller, o absürt ve bayağı mizah, o uzun uzadıya izletilen porno sekansı… Ben almayayım.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

ANY DAY NOW

Nasıl anlatsam, nereden başlasam… Finlandiya’ya resmi olarak iltica edebilmek için bürokratik işlemleri devam etmekte olan İranlı bir aileyi anlatıyor Any Day Now. Ülkeye giriş sağlamış ve burada kendilerince, devletin onlara sağladığı imkânlar yettiğince bir düzen sağlayan aile ilk reddi yeddikten sonra aynı sürece tekrar dahil olarak uzun bir bekleme dönemine giriyor. Yalnız bahsi geçenler sadece yetişkinler değil. Bu ailenin mevcutta iki tane de çocuğu olması üzerinden farklı bir bakış açısı yaratmış yönetmen/senarist Hamy Remazan. Asimile olmak, sözde daha iyiye çabucak alışmak çocuk yaşlarda daha mümkün sayıldığından farklı bir araf psikolojisiyle sallanıp duruyor karakterler. Ancak bu fikrin etrafına saracak miktarda dramatik çatısı yok Any Day Now’ın. Diyaloglar, çatışmalar, öyle ki finali bile acemice. Biraz da içeriden gibi hissettirip, çok batılı izleyici için yapılmış hissiyatı hâkim. Sürmenaj göçmenlerin kaderi derken, filmi de aynı bitkinliğe ve beyaz suya bandırmış âdeta.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

LA MIF

Berlin’den bir film daha… Fred Baillif’in The Fam (La Mif) isimli altıncı filmi belgesel ile kurgusal arasındaki sınırları ihlal eden ve seyircisine bu konuda asla bir güvence sağlamayan, hem sıra dışı hem de bir o kadar monoton bir anlatı. Artık aileleriyle yaşamayan genç kadınların kaldığı bir sığınma evinde, o yaşlardan geçmiş herkesin tanıdık bulacağı hırsları, arzuları, hayata dair kaygıları buluşturuyor. Çok düzenli bir hikâyeyi takip ettiği söylenemez. Hatta sürekli perspektif değiştirerek aynı arkadaş grubundaki, kan olmasa bile can bağı bulunan bu büyük aileyi teker teker tanıtmaya gayret ediyor. Ve garip bir şekilde bu her karakterde hevesinizi kursağınızda bırakan, onları tam tanıyıp kucaklamışken daha da fazla ayrıntı öğrenmek istediğinizde yarıda kesen yapı La Mif’in çok işine yaramış. Belki istismarın ve tacizin merkezine oturduğu anda net bir mesaj vermeye gayret gösterse büyük bir filme dönüşebilirmiş. Ama bu hâliyle de adı kenara not edilmelik…

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

ALL EYES OFF ME

Sınıf ve jenerasyon farkı hakkında sosyoloji birinci sınıf öğrencisi tarafından yazılmış, sözde modern, azıcık ucundan Z jenerasyonlu bir vasatlık tufanı izlemek isterseniz Berlin’i aşındıran İsrail yapımı All Eyes Off Me ellerinizden öper. Dün izlediğim (ama henüz yazmadığım) Zola ile aynı kaygıları taşıyormuş gibi hissettirdi bana Hadas ben Aroya’nın filmi. Çalakalem katarsisleri ve varoluşuna dair sorularıyla daha evvel defalarca ziyaret edilmiş temalara hiç de orijinal sayılmayacak bir bakış açısıyla tekrardan göz atılmış. Tabii ki de her yerinde vurgulandığı üzere tenin tene değmesi, o dokunuşa duyulan açlık en büyük meselesi. Uzun parçalardan oluşan, iki cinsiyeti karşı karşıya getirdiği bütün parçalarında da aynı sığ türkü tekrarlanıyor. Bu filme ayırdığım vakte üzülmemin tek sebebi de bu değil üstelik. Rıza kültürü üzerinden inşa etmeye çalıştığı mesajı bu sahneleri birer fantezi ürününe dönüştürerek eline yüzüne bulaştırmış. Olmaz bir tanem, olmaz sevgilim.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

TOPSIDE

Ve geldik son filmimize… 2020’ye de dahil edilmesi olası Topside, geçen seneki Venedik’ten miras. Celine Held ile Logan George’un yönettiği ve hatta Held’in şahane performansıyla ikinci kez kutsadığı yapım evi olmayan bir anneyle kızını konu alıyor. Hayata ve dünyaya karşı tutunduğu tavır sebebiyle “dışarıda” ne olup bittiğinden habersiz evladına doğru sevgiyi vermek için mücadele etse de motivasyonlarıyla ebeveyn olmak bir türlü örtüşmediğinden hep bir ara yolda kalıyor bu anne. Topside da sisteme karşı açtığı isyan bayrağı sebebiyle yerin altında hayat süren bu kadının son debelenişini yakından incelemeye almış bir iş. Ustalık eserlerini çıkarmak üzere biraz daha egzersiz yapması gereken iki yönetmeninin belli ki önü açık. Bağımsız sinema kanadındaki ödüllerde adını duyduğumuz ve duyacağımız yaratıcılarının tarafsız olma gayreti ve hak edilen finali ararken sadece New York’un sesini dinlemeye kendilerini bırakmaları da cabası. Yakalayabilirseniz kaçırmayın derim.

[/two_third_last]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version