Eleştiri

4 Film 400 Kelime: Netflix kitaplığından…

Yayınlandı

on

Filmlere gerçek anlamda sırtımı dönmüşüm gibi hissediyorum birkaç aydır. 1989’daki yeni görevim sonrası bloguma da üvey evlat gibi davranmaya başladım, farkındayım. Ama bu sürecin artık sonuna gelmiş bulunmaktayız, merak etmeyin. Bütün iş ve özel hayatımı Oscar ertesi gelen yoğunluğa göre düzene sokmamın ardından klavyenin başındayım. Önümde 25 filmlik izleyip de yazmadığım bir film listesi var. Tabii ki de hepsi hakkında irili ufaklı fikir beyan etmezsem içimde patlayacağından 4 Film 400 Kelime isimli geleneğimizin de yardımıyla işe girişiyorum bugün. İlk olarak Netflix kitaplığından erittiğim dört yapımla başlayacağız. İlerleyen günlerde de uzun yazılar ve yine bu formata sığındığım başka buluşmalarımız olacak, bilginize. Başlayalım bakalım. Hadi 2021 sinema yılı için, bir kez daha sağ ayakla…

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

CONCRETE COWBOY

Idris Elba’yı kovboy çizmeleriyle at üzerinde izleyeceğiz diye istemsiz heyecanlandığımız Concrete Cowboy, Netflix’in nitelikten çok niceliğe önem verdiği iddialarını kanıtlar nitelikte. Annesinin başını sürekli ağrıttığı için burnu sürtünsün diye babasının yanına sepetlenen Cole, kısa bir sürede hiçbir ilişkisinin bulunmadığı babasının disiplini altında yaşamaya mecbur kalıyor ve Kuzey Philadelphia’nın tarifi imkansız bir mahallesinde atlarına her şeyden düşkün, kültürlerine pek hakim olmadığımız siyah bir mahallenin içerisinde coming of age öyküsünün kendine düşen payını yaşamaya koyuluyor. Fazlaca klişe barındırması sebebiyle Amerika topraklarının üzerine ışık düşürülmemiş parçasından bir hikâyeyi ekrana taşıyor olmasının pek bir anlamı kalmamış Concrete Cowboy’un. Mevcuttaki bütün baba problemli evlat dramalarının kural kitabından çalakalem bir şeyler var çorbasının içerisinde. Yalnız bir çoğu tatsız, ritimsiz ve en önemlisi duygusuz.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

MOXIE

Canımız Amy Poehler’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu Moxie, Z jenerasyonunu anladığına fazlasıyla inanmak isteyen ve hâlihazırdaki dünya düzeni içerisinde hangi hassasiyetlerimizin ehemmiyet taşıdığını nispeten çözmüş bir gençlik filmi. Geçtiği lisede kadın ve çoğunlukla POC öğrencilerin uğradığı zorbalık üzerinden, önceki nesillerden miras bir ayaklanmanın fitilini ana karakterimiz Vivian ateşliyor. Verilen mesaj tertemiz. Feminist hareketin en selametli formunda bağıra çağıra hem kadın bedeni, hem dil, hem ırk üzerinden siyasetini yapıyor. Ancak sorun bu denli azınlığın sesi olmak için yine en beyaz karakterini seçmiş olması. Burada tabii ki de bastrırılmışlığın, kimlerin sesini çıkarmaya cesaret edebildiği bir çatının altında büyüdüğünü hesaba katınca bu beyaz kurtarıcımıza kızmak pek mümkün değil. Yalnız Moxie’nin ABD’nin etnik dinamiklerine derinlemesine dalabilecek kapasitede bir iş olmadığından arkasına aldığı kalabalıkla bir arada düşündüğümüzde önderimiz sırıtıyor.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

THE MITCHELLS vs. THE MACHINES

Geçtiğimiz yıla göre daha şimdiden zengin geçen ve hissettiren animasyon yarışının ilk aday adaylarından biri The Mitchells vs. The Machines. İki farklı jenerasyon üzerinden teknolojiyle ilişkimizi dünyayı makinelerin ele geçirdiği bir senaryo üzerinden incelemeye alıp Pixar filmlerinden alışkın olduğumuz illa ki bir amaç ya da macera etrafında hayat dersi oluşturma rotasını takip ediyor. Tabii ki de söz konusu teknoloji ve buna karşı kurulan savunma mekanizması her daim nostalji olduğu için, babaanneninizin yeter artık telefonunla oynadığın diye bağırışlarını andıran boomer-esque bir tarafı mevcut. Ancak çoğunluk (sanırım bu gruba ben dahil değilim) filmin bundan fazlasını başarabildiğini düşünmekte. Ben The Lego Movie’den miras kaosun izlerinde kayboldum biraz. Benim jenerasyonumun ardından gelişen animasyon kültürü daha çok karakter, daha çok hikâye, daha çok patırtı, daha çok gürültü formülüne ısınamıyorum. Nahif mi kaldım nedir? Belki de bu öykünün “boomer”ı benimdir.

[/two_third_last]

[one_third][/one_third]

[two_third_last]

NASİPSE ADAYIZ

Ercan Kesal’ı atletsiz görmeye hasret gözlerimiz için kendi kitabından uyarlayıp yönettiği Nasipse Adayız, geçtiğimiz aylarda Netflix’e uğradı. Öncelikle Kesal’ın her daim izlemesi keyifli sayılı yerli aktörlerimizden biri olduğunu söyleyerek gireyim söze. Film hakkında pek olumlu cümlem olmadığı için üçüncü sınıf bir dizide bile en kötü yazılmış karakterin canına can katan oyunculardan biri olduğunu no düşmek istiyorum. Nasipse Adayız’da da durum aynı. Belediye başkanı olmak için oyunun bir parçası olmak mecburiyetinde kalan doktorumuzun sırtına yüklenmiş kamerada Kesal’ı izledikçe keyifleniyoruz. Ancak erkek egemen bir habitatı konu alırken bu kadar erkek bir göze ihtiyaç var mıydı pek emin olamadım. Sanki Kesal bakması gereken yere sırtını dönmüş de bu çürümüş düzen içerisinde seyircisini panoramik tur yaptırıyormuş gibi bir his kaldı bende. Üstelik tekerrürün de esiri olmuş öyküsü, masada hep aynı naralar… Yeni Türkiye’yi eskitmiş ama eleştirememiş.

[/two_third_last]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version