Eleştiri
Luca
Stüdyonun izleyicisinin ihtiyaçlarını çözmüş olması sayesinde, Luca da basması gereken her düğmeye teker teker dokunuyor. Room‘la ünlenen Jacob Tremblay, We Are Who We Are sayesinde hayatlarımıza giren Jack Dylan Grazer ve İtalya’ya dair coşkulu bütün duyguları akseden kadrosu eşliğinde hem birey hem kendin olmak, hem büyümek, hem tadını unuttuğumuz ilk gençlikten kalma dostlukların, hem de kendinle barışmanın eşiğinde aileyle arana kurduğu duvarın boyuna kadar bütün ergenlik basamaklarını aşındırıyor. Bir noktada seyircinin ilgisini ayakta tutabilmek namına nahif savaşımların peşini bırakarak Vespa’nın egzozundan çıkan dumanla boğmayı tercih ediyor olsa da izleyicisini; sırf birilerinin parmakla göstererek onlardan biri değilmişsiniz gibi davranmalarına sebep olacak özelliklerinizi bastırmanız, hayatın her aralığında kalabalığa karışabilmek için taktığımız maskelerin ağırlığı üzerine de bir ders var tabii. Hatta yaşça küçük muhataplarına göz açan bir deneyim hediye ettiğini söylemek bile mümkün.
Kulaklarımda uzunca bir süre çınlanacak “Silencio, Bruno!” repliğinden, Dan Romer’ın o atmosferde pekişen bestelerine kadar övülecek pek çok element mevcut filmde. Ancak Luca‘yı, stüdyonun LGBTIQ+ bayrağının altına girmek konusundaki sebepsiz çekincelerine karşın, her türlü okumaya açık metni üzerinden omuzlarda taşımaktan alıkoyamadım ben kendimi. Bilhassa göz yaşlarımı çalıp, çok da mutlu sayılmayacak, yolların ayrıldığı bir finale yelken açışında cesaretsizliğini hepten görmezden gelmiş olabilirim. Nitekim burada sınıfın, kültürün, hayallerin büyüklüğünün de devreye girdiği, çocukluğun masumluğundan sebep farklılıkları daha da net bir şekilde görmemize yardımcı olan da bir manzara var. Şimdi merakla, Pixar’ın bu dünyayı bir kez daha fethetmek isteyeceği tarihi bekliyorum, ama bu sefer Luca’nın attığı koca koca adımları değil de su altında ve hatta en derin sularda varlık gösteren canlılara dair bir öyküyle.