Eleştiri
Everybody’s Talking About Jamie
Babasından yana yüzü gülmemiş oğlunu kendi gibi olması için yüreklendiren bir annenin elinde hep ışıldayacağı yerlere koşmuş biri Jamie. Öğrencisinden öğretmenine farklı formlarda gördüğü zorbalığa da göğüs gereceği bir yola baş koyuyor bu sefer. Eşcinsel bir erkek olarak açıldığı yetmezmiş gibi, şimdi de drag ile arasındaki bağı, kendine benzemeyen herkesin, her şeyin ruhunu emerek yok etmeye ant içmiş bir kalabalığa haykırması gerekiyor. Tabii herkesin sahip olmak isteyeceği bir anne haricinde Jamie ile benzer bir zulme maruz kalan fakat aynısını Birleşik Krallık topraklarında sıklıkla vücut bulan İslamofobi üzerinden yaşamaktaki yakın arkadaşı Pritti, sarılıp hiç bırakmak istemediğimiz aile dostu Ray ve Jamie’nin drag anneliğini yapacak Hugo (sahne adıyla Loco Channelle) eşliğinde çıkıyoruz bu dikenli yollara. Öyle ki bir noktada RuPaul’s Drag Race evreninin taçlı kraliçelerinden Bianca Del Rio bile beliriyor sislerin arasında. Tüm bu savaşın karşı cephesinde de zirvesini lise yıllarında yaşayacağını adımız gibi bildiğimiz, ismi başka olsa da hepimizin hayatından geçmiş bir zorba ve ötekileştirmenin yalnız dilde bitmediğini, minör agresyonların da bu yok edici kültürün bir parçası olduğunu hatırlamamıza yardım edecek habislikte bir öğretmen mevcut.
West End’i işgal ettiği dönemde Tony’nin Britanya karşılığı Olivier Ödülleri’ne de beş kategoride aday edilen Everybody’s Talking About Jamie, sahnenin tozunu attırarak bugünlere geldiği için modern müzikallerin muzdarip olduğu sorunlara asla alan tanımıyor. Hikâyesi, pop müzikten makas alan parçalarını sahneye koyduğu sekanslarla bir bütün olmayı başardığından sürekli farklı bir evreni ziyaret edip sonra özümüze dönmüş gibi hissetmiyoruz asla. Öyle ki Jamie’nin hayalindeki kariyere doğru koşar adım ilerlediği anlardan birinde, tamamıyla hayal ürünü bir podyumun canına okuduğu anda bile sinemanın verdiği özgürlük alanıyla prodüksiyonun para harcadığı hissinden çok, karakterin zihninde yolculuğa çıktığımızı düşündüren bir reji hâkimiyeti var. Yönetmen Jonathan Butterell’in Royal National Theatre’dan Broadway’e pek çok mühim oyunda çalışmış ve hatta Nine, Fiddler on the Roof gibi projeler için koreograf olarak görev almış olmasının da payı büyük elbette bu başarıda. Butterell ilk kez Everybody’s Talking About Jamie için kamera arkasına geçmiş olsa da konfor alanı dahilinde bir materyalle çalışmanın ekmeğini yiyor.
Kuir anlatılara duyduğumuz açlığın farkındalığıyla elimi korkak alıştırmak istesem de Everybody’s Talking About Jamie dahilinde de işlemeyen, daha doğrusu kolaya kaçan ayrıntılar bir hayli fazla. Finaline doğru, Jamie’nin yeni personasıyla buluşmasını resmîleştirmek adına bütün katarsisleri baloya drag kılığında gitmek üzerine kuruyor film. Kaçınılmaz sona yaklaşırken de karakterin özgüveni ile kibri arasındaki ince çizgiyi ihlal ederek, kanatlarını çırpması için onu gönüllendirmiş herkesin kalbini kıracak eylemlerle donatıyor öyküyü. İşte tam olarak burada, türünün örneklerine benzeyen, açılma öyküsünün bu yeni ve taze yorumunu da “macera filmi” formüllerine indirgeyen bir tavır ağır basıyor anlatıda. Seyircisine yalnızca pozitif mesajlar vererek, kendin olmanın hayatta her şeyden önce geldiğinin altını çizerken sırf tempo yükselsin ve intikam doygunluğuna erişilsin diye beline kadar batıyor klişeler denizine. Başından sonu belli zorba hesaplaşmasında da belli bir yaş aralığına hitap edecek miktarda sahte bir didaktiklik var, ki o da finalin tesirini azaltıyor. Yıllarını zulmetmeye adamış karakterlerin tek bir dersle tavırlarını düzelteceklerine dair inanç barındıran kaldıysa, bir tek onları memnun edebiliyor da denebilir hatta.
Sesi kısılmışların ya da hiç çıkarılmamışların elinden tutup onları omuzlarında taşıyan, ama büyük stüdyoların elinde heba olan filmlerin bir benzeri olarak addetmek mümkün lise sıralarını arşınlayan yapımı. Maskülen bir oğlu olmadığı için pişmanlık duyan babasından, genel izleyiciye hitap etmeyi planlayınca duvara toslayan gürültü patırtılı balo salonu önü savaşına kadar bilindik bir yolu arşınlıyor ne de olsa. Perdedeki büyüsüne Oscar adaylığı aldığı Can You Ever Forgive Me performansı ile vâkıf olduğumuz Richard E. Grant ve genç yaşında bir filmi tek başına sırtlayabildiğini cümle âleme ispat eden Max Harwood’un önderliğinde bildiğimiz bir masalı dinliyoruz, orası kesin. Ancak tüm bunları iyi niyetli bir yerden inşa ediyor olması sebebiyle eleştirel yaklaşımı dizginliyor da sanki. Çünkü yeni nesillerin hayal güçlerine ket vurmadan pirüpak bir geleceği arzulayabileceklerini hatırlatmak istiyor en nihayetinde. Ama direnerek, ama haykırarak.