Eleştiri
Great Freedom
Cannes’daki gösterimi sonrası Queer Palm’ı Catherine Corsini filmi La fracture’a kaptıran Great Freedom, kuir filmler dahilinde düşünüldüğünde birazcık sınırlarda yürüyor aslında. Filmin eşcinsel olduğu için içeri giren Hans’a eşlik etmek üzere seçtiği karakter bir katil ve her ne kadar onu iyi biri olarak gösterme motivasyonu bulunmasa da tarafları eşitlerken “Ama o da insan.” gibi tehlikeli sayılabilecek bir söylem beliriyor kafada. Yönetmen Meise, bu konuda ne kadar bilinçli bilemeyeceğim fakat gelişim gösteren karakterin “katil” taraf olmasıyla bir nebze denge sağlanıyor. Hans’ın hikâyesinde elbette bastırılmışlığın, özel hayatını kapalı kapılar ardında yaşamaya zorlanmanın ve varlığına yasa dışı damgası yapıştırılmasının bir ehemmiyeti var. Ancak devinime ihtiyaç duyan biri değil esas oğlanımız. Sadece aşk haricinde tutkunun da vazgeçilemeyecek bir kavram, hatta temel gereksinimlerden biri olduğunu kanıtlayarak yaşıyla olgunlaşıyor Hans. Hayatına dokunduğu Viktor cephesinde ise kendinden nefret etmek ve zaman mefhumunu tümden yitirmekle alakalı olarak bağımlılığın da güncesi tutulmakta.
İçerisinde kadın bulundurmamasına rağmen yılın iyi sayılabilecek yapımları arasına adını yazdıran Great Freedom için çarklar bir sevdanın filizlenmesiyle de dönmüyor esasında. Zaten düşülen tatsız ve kabul edilemez durumun getirdiği psikolojiyle hayatta kalmayı önceliklendiriyor Hans. Nefretin kol gezdiği toksik bir ortamda ateşler içinde yanmasını buyuran İncil’in sayfalarını koparıp tütününe kağıt diye sararken belli belirsiz bir isyan bayrağı da çekiliyor tabii. Tek bir kalbe ait olmayı kabul etmeyerek ve bu tekilliğiyle öyküsünü de taze kılarak örneklerinden ayrılıyor Great Freedom. Meisse’nin kamerası da en büyülü anlarını hep buralarda yakalamış. Değse kıvılcım çıkacak tenlerin gerginliğinden, karanlığa gömülmüş odalarda kibritin yaydığı küçücük ışıktan, demirden kapılardaki kilitli pencerelerden sağmış görsel büyüsünü. Evet, her kuir bireyin kalbini kıracak bir tarihe dönüyoruz ama sinemanın sunduğu imkânları sonuna kadar kullanıp ağır temposunu akılda kalacak kareler hediye ederek telafi eden bir tarafı da var Great Freedom’ın.
Her şeyi kenara alıp bir de Franz Rogowski konuşmak şart. Joaquin Phoenix ile Adam Driver arasında bir yerlere düşen oyunculuğu ve yüz yapısıyla Avrupa’nın görmekten en keyif aldığımız aktörleri listesinde üst sıralara tırmandı artık yetenekli oyuncu. Petzold filmografisini ayağa kaldırmak için debelenmediği zamanlarda da Victoria’dan In the Aisles’a kayda değer performanslar çıkarmaya devam ediyor. Great Freedom’da sanki kendisiyle dana önce hiç tanışmamışız da ilk kez karşılaşmışız gibi yepyeni bir oyunla çıkmış karşımıza. Filmin diğer beylerinin olduğu gibi, bizim de kalbimizi fetheden Hans’ı, dile dökülmeyen haykırışlarla, yine en mütevazı formunda sahneye koyuyor. Hele ki Mouloudji’nin “L’amour l’amour l’amour” adındaki ölümsüz parçasının çaldığı finalde sigarasının dumanına bütün sevdalarını, yaşanmışlıklarını ve gözünün içine baktığı seyircisini sarıp salınışı, bir kariyer zirvesi olarak bile görülebilir.