Eleştiri
House of Gucci
Korkunç bir hikâye bu aslında. Gucci’nin varislerinden Maurizio, bir takım zorlanmış tesadüfler zinciri sayesinde tanıştığı Patrizia’yla evlendikten sonra büyüdükçe kimliğiyle barışıp babasına dönüşürken, acele bir kararla dünya evine girdiği kadından da soğuyor. Farklı dünyalara ait olduklarını her anlamda hissedebildiğimiz çift arasında Patrizia’nın Gucci soyadını daha çok sahiplenmesi ve Maurizio’yu kendi ailesiyle kanlı bıçaklı edecek eylemleri neticesinde olaylar gerçekten de kanın döküldüğü, öyle ki Gucci hanedanlığının içerisinde ticari anlamda esas aileden tek bir ortağın kalmadığı bir yere kadar sürükleniyor. Dev miktardaki varlığın kimseye yar olmadığı, daha fazlasına sahip olmaya duyulan hırsın gelmişi geçmişi yiye yiye bitirdiği inanılmaz bir öyküye sahip kısacası Gucciler. Ridley Scott da All the Money in the World ertesi bir kez daha sınıf kinimizi perçinlerken, bir taraftan kendi kendilerine sifonlarını çekecek kadar aptal olduklarını ima eden bu hikâyeyi perdeye taşımayı uygun görmüş.
House of Gucci’nin muhteva ettiği entrikalar sebebiyle camp olmaya çok yakın bir kimliği var özünde. Fakat Scott, buna odaklanmak yerine geleneksel biyografilerin kodlarıyla bezenen ve satır satır ilerleyerek genel şablonun dışına hiç çıkmamaya özen gösteren bir film yapmayı tercih etmiş. Ancak bu ciddiyet Jared Leto’nun canlandırdığı Paolo’yu ve Lady Gaga’nın Patrizia’sını diğer herkesin varlığının yanında karikatür gibi bıraktığından pahalıya patlamış. House of Gucci, neredeyse her biri haddinden fazla uzun sahneleri ve hikâyesi adına kilit anlar arasında geçiş için kullandığı, hiçbir amaca hizmet etmeyen mizansenleriyle öyle pasaklı ki üç saatlik süresi boyunca seyircisine yalnızca eziyet ediyor. Masaya yeni bir şey getiremediği gibi, hâlihazırda ilginç olan bir yaşanmışlığı da inanılmaz sıradanlaştırıyor. Üfürükçüler ikincilleştiriliyor, ana karakter Maurizo’nun para eline geçtikçe onu harcamayı ve işletmeyi bilmeyen bir zavallıya dönüşmesi bile geçiştiriliyor. Mesele sadece zincirleri koparılmış bir kadının delilik güncesine dönüşüyor ki bu bir ayağı çukurda, mizojinist bağlarda gezinen anlatı sırasında kadın karakterine nasıl muamele edeceğini de bilemiyor.
Yetmişler ve seksenlerin moda hareketlerinin Gucci üzerindeki yansımalarıyla birlikte Patrizia Reggiani’nin mübalağalı tarzının perdedeki yansımasını izlemek elbette bir hayli keyifli. Filmin kostüm ve set tasarımları konusunda sağladığı doyuruculuğun haricinde ise elle tutulur bir başarıya rastlamak ne yazık ki mümkün değil. Böyle filmler İngilizce çekildiğinde karakterleri aksanlı konuşturma tercihi her zaman olduğu gibi bir yerlerde (öhöm, Jeremy Irons) patlarken hepsi ayrı telden çalan kastının arasındaki uyumsuzluk da finale doğru iyice zirveye çıkıyor. Öyle ki Lady Gaga’nın tek notaya basan oyunculuğu ve Jared Leto’nun mizahı bu atmosferde sırıtan performansının yanında Adam Driver’ın da yönünü kaybetmiş gibi hissettirdiğini söylemek mümkün. Ah şu kadroyu Jocelyn Moorhouse’un The Dressmaker’ının tonunda izleyebilseydik neler olurdu da, filmlerini kurgulamayı oldum olası başaramamış Ridley Scott’ın önderliğinde bir beklentiye girmememiz gerektiğini tahmin etmemiz gerekiyordu sanırım. Hata Gaga görünce eli ayağına dolaşan bizlerde…