Eleştiri
West Side Story
Yeni nesil West Side Story’nin en büyük artısı, tabii ki de hikâyenin gerektirdiği gibi Latinx karakterlerin Latinx komüniteden oyunculara teslim edilmesi. Orijinalinde Natalie Wood kastingiyle yapılan hatanın bir benzerinin tekrarlanması istenilmediği gibi, Ansel Elgort haricinde (ki bence o rol de daha tanınmamış bir oyuncuya verilebilirmiş), kariyerlerinin çok başında olan ve bir Spielberg filminde pek karşılaşmadığımız, “yıldızsız” bir yol tercih edilmiş. Rachel Zegler, Ariana DeBose, Mike Faist ve David Alvarez dünyaya tanıtılırken, kreatif yenilikler şarkıların dağılımı, sahneleniş biçimleri ve hatta solist seçimlerine de yansımış. Kusursuz bütünlüğün sağlandığı eşsiz koreografilerle bezeli müzikal numaralarda bu janrın perdeye nasıl aktarılacağına pek hâkim bir kondüktörün kamerası konuşuyor, hikâye şemsiye terim olarak trans başlığının altına yerleştirebilecek karakteri haricinde de bugüne dairliğe hiç yanaşmadan taze kalmayı başarıyor. Çünkü West Side Story, her şeyden evvel sinema sanatına bu filmlerle âşık olanların ihtiyaçlarını giderme, salonlardan uzakta kaldığımız şu dönemde özlemimizi epik bir buluşmayla sakinleştirme coşkusuna sahip.
Spielberg, West Side Story yardımıyla neden hâlâ Hollywood’un çalışmaya devam etmekteki en iyi yönetmenleri arasında anıldığını hatırlatıyor esasen. Tony’nin hikâyesinde sendelemesi, müzikallere has açılıştaki yapaylık ve o dünyaya alışma sürecinin haddinden biraz uzun sürmesi haricinde inanılmaz bir işçilik muhteva etmekte film. Hikâyenin çağdaş bir okumaya girişildiğinde geçerliliğini yeteri kadar korumuyor oluşu, öykündüğü Şekspiryen metine bazen sıkıca bağlı kalma ısrarı akışa ihanet etse de akıllara kazınan karelerin bolluğu inanılmaz. Taraflar, Sharks ve Jets, karşı karşıya geldiği her anda, onlara eşlik eden müzik ya da kesici aletler olsun fark etmeksizin, kamerayla vals ediyoruz adeta. Ses tasarımında, orkestranın salonun içinde bir yerlerdeymiş gibi size eşlik etmesi de cabası.
Evet, klasik bir film var karşımızda. Ama bunu bir kusur olarak görmemekte yarar var. Mesele, Hollywood’un televizyonla rekabete girdiği yıllara olan hayranlığınızın derecesinde bitiyor. Ben belki gizli bir müzikal hayranı olduğum için, yakın tarihte kaybettiğimiz Sondheim’ın da her satırına iyice kulak kesilerek, mümkün olan her noktasında teslim oldum filme. Yarım asırı aşkın kariyerinde zirveyi hep zorlayan Spielberg’ün sadece bir filmi değil bir deneyimi, bir dönemi, tarihi vitrine yerleştirdiğinin de bilinciyle sarıldım. Kah Rita Moreno’nun gözyaşlarımızı hareket geçiren “Somehow”ında, kah Ariana DeBose’nin canını okuduğu “America”da…