Eleştiri
C’mon C’mon
Mills’in çok dürüst ve kendi özel yaşantısını ilham kaynağı olarak kullanmaktan çekinmeyen bir sinemacı olduğunun altını çizerek gireyim söze. Daha önce babasının geç yaşında açılmasını hikâyeleştirmiş, yetmişli yıllarda kadın olmayı annesi ve ablasının mücadeleleriyle anlatmaya soyunmuştu. Bu seferse bugünden geleceğe bakarak, ama toplumun en küçük birimiyle olan alakası yine merkeze denk düşecek şekilde, bir deneme gerçekleştiriyor. Hakikatli bir egzersiz C’mon C’mon. Doğaçlama kokusunun geldiği sahne sayısı bir hayli fazla. Ekolojinin ihtiyaç duyduklarını dolambaçsız bir yoldan ifade etmeye çalışırken yarınlara ne bırakıyoruz ve o yarınlarda yaşayacak olanlar ne düşünüyor soruları arasında hep aynı yerde nöbet tutuyor esasında. O da ne? Duygusal zekasını dile dökebilen yegâne canlılar olarak ürerken geçmişle gelecek arasında hepimizin bir köprü oluşturması. Ebeveynlik adını verdiğimiz bu delilik hâlinde tek bir doğru bulunmadığı gibi kutsal addedilmiş bu görevin de aslında yetiştirmekten çok birlikte büyümekten geçtiğini vurgulanıyor.
C’mon C’mon için egzersiz dememin esas sebebi ise eski ve yeni nesili bir araya getiren filmlerden farklı olarak, karşımızda küçükleri dinlemeye pek niyetli bir yapım olması. Ayrıca kötülükten sakındığımız çocukların aslında bir şekilde o beyazına siyah çalmış gerçeklerle örülü bir toprağa ayak bastığının farkında. Belki de büyüdükten sonra kendi mazimize bakıp not ettiğimiz travmaların bilincinde ve bunlara travma da diyebilen bir nesil artık anne baba olabildiği içindir bilinmez, Mike Mills eğilerek, kelimelerini yalınlaştırarak iletişim kurmuyor gençlerle. Neyse onu konuşuyor, onu görüyor, onu izliyor. Öyle ki elinin değdiği herkese de destek çıkıyor. Toplum olarak anneler üzerinde kurduğumuz baskıya veryansın edip, hatalara mahal veren güvenli bir alanda evlat yetiştirmenin makbul olmasından dem vuruyor örneğin. Sonra da perspektifini değiştirip, steril bir habitatta büyümenin çocuklarımızı realiteden koparmak için yeterli gelmeyeceğini belirtiyor. En sertiyle değil belki ama hayatına değdiği kadarını bilme özgürlüklerini ellerine verelim istiyor, çocuk yetiştirmek zor biliyorum diye destek çıkarken yolda öğrenilenlerin değerin hatırlatıyor.
Bu mini şaheser, teknik anlamda da yönetmenin zirvesi. Siyah beyaz tercihi, kuşbakışı manzaralarla gezdirdiği şehirlere yakıştığı kadar akademik bir makalenin herkese dokunacak paragrafını baştan sona okuyarak biçimiyle oynadığı filmine de farklı bir anlam yüklemiş sanki. Bu sayede, C’mon C’mon tam olarak bugüne ayak basarken, bir taraftan da zamansızlaşıyor. Haricinde Joaquin Phoenix’in perdenin ve tekstin ötesine geçen, rol arkadaşı Woody Norman’la kimyasına da değinmeden olmaz. Emprovizasyonun devreye girdiği ikili sahneleri, tamamen duygular coğrafyasında ikamet eden yapımın da bel kemiğini oluşturuyor. Dünya dönüp her gün daha da zor, yaşanmaz bir yer olurken bu dayı – yeğen ilişkisiyle teselli ediliyoruz âdeta. Her şeyi söylemenin mümkün olduğu yere yaklaşmışken, anlatamadıklarımız onların sevgi boca edilmiş iletişiminde can buldukça da umutlanıyoruz.