Eleştiri
Mass
Amerika’nın her daim gündeminde yer alan toplu okul katliamları, silah lobisinin politika oyununda varlık göstermesi sebebiyle asla onarılabilen bir yara olmadı ne yazık ki. Yönetmen/senarist Fran Kranz da hem bir baba, hem de geçmişinde zorbalık görmüş biri olarak, Parkland’ta 17 kişinin ölümüyle sonuçlanan korkunç olaylardan esinlenerek kaleme almış Mass’i. Ve ebeveyn kimliğiyle klavyesinin başına otururken de aynayı kime tutacağı konusunda bir karara varamadığından filmini kendi kafasının içerisindeki tartışma ortamının perdeye yansıtılmış hâli olarak kurgulamış. Mass, her oyuncusu için harika bir yeteneklerini teşhir etme fırsatı elbette. Acılarını sonuna kadar yaşayan, sağduyulu davranmakta gayret eden, birbirlerine sarılıp ortak bir nokta bulmaya kendi mental sağlıkları için ihtiyaç duyan dörtlü, bambaşka nüanslarla usta işi performanslar ortaya seriyor. Ama Mass’in meselesi, aktörlerine bu alanı yaratmaktan ibaret değil.
“Kötülük doğuştan mıdır?” sorusunun haricinde bir arayış da var Mass’te. Ölümden sonraki hayatla ilgili, sormaktan çekindiğimiz, en sevdiklerimizi kaybettiğimizde üstümüze çöken matemle nasıl yaşanabileceğinin cevabıyla ilgileniyor Kranz. Alıştırılmamış yitişlerin ardında kalanların öfkesiyle hüznünü de çok iyi anlıyor bana kalırsa. Burada iki ailenin evlatları farklı yollarla ellerinden kayıp gitmiş olsa da, ortaklığı insan olmaktan geçen, duygusal zekâsının esiri olmuş makul ve bir o kadar da âciz canlılar olmamızın bilinciyle tek bir paydada buluşturuyor tarafları. Olayın detaylarını çok da ifşa etmeden seyircisine kapılarını araladığı, ızdırabın tarifinin olmadığı odada, bütün numaralarını uzun bir diyaloga ustaca yerleştiren Fran Kranz, kayda değer bir ilk filme, daha da önemlisi dört başı mamur bir ilk senaryoya imza atıyor.
Gelelim işin inançlara bir şekilde sığındığı final parçasına. Her şeyi o odada sonlandırmamak ve bu ailelerin çevrelerinden soyutlanmış, plastik, sadece kağıt üzerinde var olan insanlar olmadığını kanıtlamak için başkalarıyla etkileşimlerini izletmek harika bir tercih bana kalırsa. Olayın gerçekliği kadar, çok absürt bir tarafı da var çünkü travmalarımızı gündelik yaşantının bir parçası hâline getirme mecburiyetimiz düşünüldüğünde. Bir ailenin diğerine hediye ettiği bitkinin eve nasıl götürüleceğiyle ilgili film boyunca belli yerlere sıçrayan sohbet, hayatın diğer katmanlarından kendimizi soyutlayarak bir şeyleri yaşama lüksüne sahip olmadığımızı hatırlatması açısından pek değerli ve yaratıcı bir buluş bence. Ancak bunun ertesinde, inancın tesiri altında doğruluğu kabul edilen bir takım “yaşamdan sonra” görüşlerinin ilahilerle hatırlatılması ve dört karakter içerisinden, duygularını uçlarda yaşayan Jay’in (Jason Isaacs) burada kırılmasıyla fikir olarak barışmakta güçlük çekiyorum. Vedamı Franz’ın dünya görüşleriyle ayrılık yaşayarak yapmamayı çok isterdim.