Eleştiri
The Tragedy of Macbeth
Tiyatro sahnesinden geçmiş her hikâye gibi The Tragedy of Macbeth de takım oyunundaki maharetleri sayesinde güçleniyor. Hem kamera arkası, hem de kamera önündeki emektaşlık, arketiplere bağlı sergilerinden yorulduğumuz Macbeth’in, yüzünü mutlak sona daha çok dönmüş Coen tefsirinde önemli bir yer teşkil ediyor. Muazzam performansların yanı sıra, set tasarımında Welles’in salona değil de sahneye yaraşan yorumunu bir çıkış noktası olarak kullanmış tasarım ekibi, The Tragedy of Macbeth’in tonunu belirliyor. Perdeye yansıyan (Bu durumda, Apple sağolsun, ekrana da diyebiliriz) görüntülerin kanlı canlı oyunculara birkaç adım uzakta olduğumuz bir atmosfere de cuk oturacağı kesin. Ancak Coen, dışavurumun temsilinde bir sinema filmi ürettiğini asla unutmadan atıyor adımlarını. Her daim iyi görüntü yönetmenleriyle akıllarda yer eden kareler çıkarmayı bilmiş usta, tatbiki efektler ve setlerle eşsiz bir Macbeth deneyimi sunuyor. Bruno Delbonnel’in rastgele seçilmişi bile sinema tarihi kitaplarına girmeye değer işçiliği, filmin albenisinin büyük bir kısmını oluşturuyor özetle.
Tarihin hangi noktasında gündeminize alırsanız alın, bitmek bilmeyen koltuk sevdasına ve bu uğurda irili ufaklı katliamlara geçit verenlere rastladığımız için bugün üzerinden tekrardan zamanlı demek çok bayat bir yorum Macbeth özelinde. Ama ne yazık ki bir o kadar da doğru. Sağ rejimlerin dünyadaki büyük ekonomileri ele geçirmeden önce ve geçirdikten sonra boğaz keserek, evlat öldürerek, bir aile ağacını kurutarak buralara geldiği iddia edilemese de, zalimin elindeki gücün yankılarını neredeyse her coğrafyada görmek mümkün artık. Macbeth zulmün edebiyattaki en hakikatli poster çocuğu elbette. Denzel Washington’ın çiğneye çiğneye, kariyer performansı denilebilecek yorumuyla da ete kemiğe bürünüp Coen’in dünyasından ismi, cismi değişen ama hırsları asla tükenmeyen kötü adamlarımızı hatırlatıyor. Ondan kalan vakitte bir de Kathryn Hunter’ı, Britanya tiyatro topluluğunun yakından tanıdığı ama hayatlarımıza buradaki üç cadıyla giren şahane aktrisi anmakta da yarar var. Joel Coen’in varoluşun nihai elementine duyduğu ilgi, Hunter’ın eşsiz oyununda vücut bulmuş. Ölüm farklı şekillerde yüzünü görse de en çok Hunter’ın diline yakışıyor.
Nazlı
20 Ocak 2022 at 16:35
Yazıda ilgimi çeken nokta Frances Mcdormand’ın performansına hiç değinmemiş olmanız, sanırım kendisinden beklenen, sürprizi olmayan iyi bir performans ama ekstra söylenecek bir şey yok, genelde herkes Hunter’dan bahsediyor, merakı artıran bir durum.