Nightmare Alley gelince bütünüyle kapatmaya hazırlandığım 2021 sinema yılından elimde kalanların bir kısmı hakkında daha konuşmak istiyorum izninizle. Ama bu sefer başlık başlık ayırıp kendimce yeni bir şeye kalkışarak. Tamamen “ya Oscar’a aday olursa” gerginliğimin ve mevcuttaki büyük törenlerde adı geçtiği için tam teşekküllü bir manzara sunmalıyım kaygımın ürünü bir yazıdır. Lütfen ciddiye almayınız…
MARVEL’IN BEBEKLERİ
Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings ve Eternals
Artık iyice çığırından çıkan Marvel Sinematik Evreni’nin son ürünleri de Spider-Man’den fırsat buldukları yerde bir şekilde gündemde kalma çabası gösterdiler. Görsel efektlerde teknoloji nereye gelmiş sorusuna cevap arayanlar için iki yapım, final bloklarını saymazsak, örnek gösterilecek işler olsa da golü aynı yerden yiyorlar. O da ne? Çizgi romanlardan duvar yapan bu yeni çağda, kahramanları tanımayanlar haricinde hiç kimsenin seyir zevkine dair bir kaygı gütmemeleri. Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings yine daha derli toplu ve yabancı seyircisine saygılı sayılır. Halk efsanelerine ev sahipliği yapan bir kültürün içerisinde hırsız gibi görünebilecekken, hem kamera önü hem de arkasında yağmacılık yerine minnettarlık gösteren bir ekibin yer alması her şeyi çok değiştirmiş. Kötü karakterini sinema tarihinin en büyük efsanelerinden Tony Leung’un canlandırması da cabası. Hikâyesinin tekrara düşen taraflarına, motivasyonsuz habisliklerine rağmen bağımsız değerlendirilebilecek bir büyü muhteva etmekte. Çarpışmalarının temelinde “kendin olmak” yattığı için de bir zaaf geliştirmiş olabilirim. Ancak Eternals‘a benzer bir yerden tutunmayı başaramadım. Çünkü burada Avengers’ta karşılaştığımız bir sorunun benzeri var. Harika bir kastı bir araya getirmiş olsa da Eternals merkezindeki karakterleri ilginç kılabilmek için mücadele vermediği gibi öyküsündeki tektonik değişimleri açıklamaya da asla girişmiyor. Nasıl olsa fanlarımız ne olup bittiğinin farkında, bizim satır aralarını doldurmamıza gerek yok diyen bir tavır mevcut. Bu pasaklılığıyla biraz Fantastic Four’u hatırlattığına şüphe yok. Tabii Angelina Jolie ve Salma Hayek’i aynı karede görmenin getirdiği, erken 2000’lere dair bir nostaljiyle tüm yetisiziklerine katlanabildim mi? Evet. Ve bence Nomadland’ten sonra Chloé Zhao’nun Eternals için kamera arkasına geçmiş olmasının da, tüm ruhsuzluğa karşın, anlatması güç bir albenisi var.
ANİMASYONLARLA YAŞIYORUM
Belle ve Sing 2
Son birkaç yıldır animasyon türünde izlediğimiz yapımlardan şikayetçi olduğumun farkındasınızdır. Bu benim büyümemle mi alakalı, değişen stüdyo sisteminin yaratıcılığı öldürdüğünü mü kanıtlıyor henüz keşfedebilmiş değilim. Flee gibi cesaret gerektiren yapımlar piyasaya sürülmediği müddetçe de yılın can sıkan yarışlarından birine evrilecek belli ki animasyon kanadında olup bitenler. Neyse ne, biz radara giremeyenlerden bahsedeceğiz zaten bugün. GKIDS bünyesinde izleyiciyle buluşan Belle ilk durağımız. Dev bir kepazelik. Beauty and the Beast’e bolca göndermesi bulunan yapım, sosyal medyayla alakalı yaş ortalaması yüksek kalabalıkların bile yapmayacağı çıkarımlarla tarihin en kötü aşk hikâyelerinden birini anlatıyor. Ardına saklandığımız anonim maskelerle ilgili beyanları arasında hacker lise öğrencisi, gördüğü domestik şiddeti internette sergileyen gizemli kişisi ve acılar içerisinde yaşasak da hepimiz birbirimize yalanlar söyleyip mutlu numarası yaparak daha da dibe batıyoruz demesiyle tam bir külüstür. Böylesine bayat bir hayat görüşünü popüler kültür ürünleriyle süsleyerek kamufle edebilmesi takdire şayan tabii. Diğer taraftan, yaka silktiğimiz kapitalist stüdyo kültürünün şahikası Sing de, ilk filmindeki eğlencesini aratan bir devamla geri dönmüş. Devasa bir kakafoni desem Sing 2‘ya abartmış olmam sanıyorum. Sorun ne peki? Vitrindekilerde büyük bir değişiklik yapılınca keyif veren ritim bozulmuş. Eşitlik sağlamak adına daha önce yeteri kadar mesai harcanmamış karakterlere zaman ayırılmış. Ne yazık ki felaketi olmuş bu da serinin. Performanslar yavan, mizahı çocukça. Hikâye, filmin orta yerinde izlemeyi en az umursadığımız şarkıcısına yoğunlaşıyor… 2021’in animasyon mücadelesinden sağ çıkamamasına şaşırmamalı. Ama tabii Bono’yu bir şekilde stüdyoya girmeye ikna etmiş olmaları şaşırttı beni. Gerçi Bono mu kaldı diye sorarlar insana… Belki Altın Küre varlığını sürdürüyor olsaydı bir şekilde bu filmi gündemde tutmayı başarırlardı da şu politik iklimde kadınlarına daha iyi davrandı diye alkış bekleyen Sing 2’nun baş tacı edilmesi imkânsız.
KONUSUZ FİLMLER ENDÜSTRİSİ
Red Rocket ve Pleasure
Porno sektörüyle ilgili iki ayrı filmi aynı takvim yılı içerisinde izleyeceğimiz aklımıza gelmezdi, ama bunlardan birini Sean Baker’ın çekeceğine her şekilde ikna olurduk sanıyorum. Kendine Texas’ın kıyılarını mesken olarak seçen Red Rocket, yönetmenin filmografisinden hakim olduğumuz bir biçimde, Amerika’nın hikâyeleri anlatılmamış minik kalabalıklarından birine ses olmaya çalışıyor yine. Bu sefer yetişkin filmlerinde yıllarca oyunculuk yaptıktan sonra doğduğu yere geri dönen ve eski alışkanlıklarını bırakamadığından kendini genç bir kadını da bu çalışma alanına sürükleyerek köşeyi dönme planları yapan Mikey Saber isimli bir karakteri izliyoruz. Reşit olmayan Raylee ile mayınlı bölgede yürümeye ant içmiş Baker, Starlet’te de yer verdiği bir arketipi takip ederek keşif alanını büyütmekten başka bir şey yapmıyor aslında. Scary Movie serisinden tanıdığımız Simon Rex yardımıyla Amerika kırsalında zar zor yürütülen hayatları inceliyor. Hep kurtulmaya, hep her şeyin kusursuz olacağına duyulan saf inançla, mizahını da eksik etmeden hem seyircisinin hem de perdedekilerin kalbini kırıyor. Pleasure‘ın durumu ise daha farklı. Biraz daha içine dönük bir film bu. Porno yıldızı olmak için İsveç’ten Los Angeles’a gelen “Bella Cherry”nin öyküsünde, mizojinisi yöneliminde saklı erkek izleyiciye yönelik içerik üretmesi sebebiyle toplumun kadınlara gösterdiği muameleyi baştan aşağı bütün organizasyonuna yansıtan bir endüstrinin röntgeni çekilmekte. Çok başarılı ya da yenilikçi gözlemlere sahip olduğu söylenemez. Hatta bir kadının karşılaştığı zorlukları anlatan yine bir kadın olmasına karşın, ister istemez erkek perspektifinin doyurulmak istenen yerlerine de provokatif olacağım derken gereğinden fazla zaman ayırıyor Pleasure. Birbirini korumaktan imtina eden kadınlarıyla da biraz “Kadının en büyük düşmanı yine kadın.” gibi bir yere sapıyor maalesef. Finalde bu açığını kapamaya çalışsa da becerebildiği şaibeli.
SEVİYORUM İŞTE, VAR MI DİYECEĞİN?
Swan Song ve Free Guy
Ne kadar aciz yaratıklar olduğumuzu anlamak için binlerce seçenek var ama sevgiye duyduğumuz açlık sanıyorum ki hepsinin zirvesinde geliyor. Bahsini edeceğim iki film de bütün derdini bir türlü doyuramadığımız bu ihtiyaç üzerine kurmuş. Mahershala Ali’nin 20 yılı devirdiği kariyerinde ilk kez bir başrolü üstlendiği Swan Song, klon teknolojisinin ufaktan kullanılmaya başladığı bir gelecekte geçiyor. Öleceğini öğrendikten sonra eşi ve oğluna hiçbir şeyi haber vermeden, onları hastalıksız bir versiyonuyla baş başa bırakmaya karar veren esas beyimiz işler ciddiye bindiğinde dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya elde ettiği hayatı ve tabii sevgiyi bırakmaya gönlü el vermiyor. Film de bu vicdan çıkmazında daha önce karşılaşmadığımız bir soruyla muhatap ediyor izleyicisini. Umut vaat eden alternatif bir geleceğin kapılarını aralasa da aç gözlülüğümüzün sınırsızlığını gündeme alıyor. Çok mu başarılı peki? Hayır. Ali’nin boğaza yumru olup düğümlenen performansı haricinde akılda kalıcı tek bir kare bulmakta zorlandım ben açıkçası. Ne gariptir ki Swan Song keşfedilmemiş topraklarda olağanlaşmayı başarırken, Free Guy da defalarca ziyaret ettiğimiz bir fikri yepyeni bir formda koyuyor önümüze. Bir video oyununun içerisinde sanal kimliğinin ötesine geçip yapay zeka denilen kavramın karşılığı olmayı başaran Ryan Reynolds, dış dünyadaki işveren ve emekçi arasındaki kavganın gölge düşürdüğü hayatında sevdiği kadın için dağları delmeye ant içiyor. Çok basit bir matematikle salt seyircisini eğlendirmeye odaklanmış yapımın içerisindeki mantık kuralları çerçevesinde “Sil baştan” günlerinin akışını değiştiriyor. Görsel anlamda fazlasıyla cezbedici, öyküsü de tamamen olmasa bile dokunulan yerlerinde hatırı sayılır miktarda özgün. Bu kadar geç izlemiş olmanın üzüntüsünü yaşadım açıkçası. Çünkü hızlıca tüketilebilecek filmler kervanından aramıza katılıp tek vaat ettiği şeyi layıkıyla yerine getiriyor ve delice eğlendiriyor.
YALNIZ BEN SİRKE KULLANMIYORUM
The Novice ve The Beta Test
Hırsın boy gösterdiği bir yerde membasına maruz kalmış kimselerin zarar görmemesi olanaksız. Keskini küpüne zarar veren sirkeler diyarından The Novice de tam anlamıyla bunu konu alıyor. Üniversitenin kürek takımına katıldıktan sonra hayatı boyunca en iyi olmak üzere büyütülmüş, tohumları sırf zirvede olsun diye ekilmiş Alex, saplantılı bir maratonun fitilini ateşliyor. Hem mental, hem fiziksel olarak tarifsiz bir mücadelenin içerisinde sadece kendini değil, rakip olarak gördüğü sözde takım arkadaşlarını da zor durumda bırakan Alex, zamanla hırslarının altında eziliyor elbette. Ancak filmin bunu uygulama biçimi bir hayli ilginç. Sevmekte güçlük çektiğimiz insanlardan oluşan bir kalabalıkta, yeteri kadar tanıtmamasına karşın bir şekilde Alex’i sevmemizi sağlıyor. Öyle bir bağ kuruyoruz ki bu karakter ile, geçmişini, o ana kadarki eylemlerini daha da absürtleştiren motivasyonlarını öğrendiğimizde hazırlıksız yakalanıyoruz. Sorunum, The Novice’in örnek aldığı filmlere görsel anlamda çok benzeme çabasıyla. Siyahla gri arasında, sürekli yağmur altında geçen yapım biraz Fincher, biraz Aronofsky eli değmişçesine tanıdık. Bu da pek kârına olmuş gibi durmuyor açıkçası. The Beta Test ise kendi sinematik evrenini yaratmakla meşgul Jim Cummings’in yeni alamet-i farikası. Kendini mi oynuyor, yoksa bu alter ego perdeye mi mahsus bilemesem de bu sefer küçük şehri terk edip, Hollywood’a uğramış olması benim keyfimi yerine getirdi. Sosyal hayatındaki merdivenleri hızlıca tırmanmak için canını dişine takarken önündeki hiçbir engelin onu yıldırmasına izin vermeyen ana karakterinin yaşadığı sinir harpleri arasında mizahıyla da seyircisini oyalamaktan geri kalmıyor. Thunder Road’un çalışılmış hissettiren temposunun ardından The Beta Test kağıttan filme biraz set ortamında aktarılmış gibi geldi ama. Görsel anlamda bir bütünlük sağlamaktan kaçınılması ve belki de kovid şartları altında çekilmesiyle, tek mekânâ bağlı olmamasına karşın klostrofobik de hatta. Bir de Cummings’in kadınlarla bir türlü sıkıntısını giderememesi ve erkek avanaklığını sergilemekten çekinmese de bütün katarsislerini cinsiyetler arası yaratması beni kaygılandırmaya başladı ya neyse.
KALBİME GÖMERİM O ZAMAN…
Pig ve Cyrano
Biraz da sevdasını bir matem olarak/gibi kalbinde taşıyan orta yaşlı adamlara göz atalım bakalım… Michael Sarnoski’nin uzun metrajlı kurgusal bir yapım için ilk kez kamera arkasına geçtiği Pig, senenin ilk yarısından yadigâr. Fakat eleştirmenler sayesinde ödül sezonunda da ufaktan adını anar olduk. On kötü filmde oynuyorsa, affettirir gibi üstüne bir tane hatırı sayılır bağımsız çeken Nicolas Cage’in de son dönem işleri arasında neden zamanının en büyük aktörlerinden biri olduğunu kanıtlar nitelikte. Büyük bir kayıp sonrası kendine trüf mantarı satıcısı olarak yeni bir hayat seçen Rob, yaşadığı ormanın kuytu köşelerinde yol ve iş arkadaşı olan bir domuz kaçırılınca John Wick misali bir intikamın peşine düşüyor. Dünyaca ünlü bir şefken bugünlere nasıl geldiğini de adım adım öğrenip, en çok değer verdiklerimizi yitirdikten sonra olabilecek en sıra dışı senaryolardan biriyle bir garip acının nabzını tutuyoruz. Biçimi hikâyesinden daha ilgi çekici, ona şüphe yok. Ama daha büyük bir bağlamda mesajı bulunmaması da Pig’den çok şey alıp götürüyor. Buna rağmen, bir ilk yönetmenlik denemesi olduğunu da düşününce, hediye ettiği unutulmaz kare sayısının miktarı kayda değer. Cyrano ise artık hepimizin ezber ettiği Edmond Rostand oyununun müzikal versiyonundan uyarlama. Başrolde Game of Thrones’un Tyrion Lannister’ı Peter Dinklage yer almakta. Ve döneminde Cyrano’nun fiziksel olarak gördüğü zorbalıkta Dinklage’ın kast edilmesiyle birlikte değiştirilmiş. Tarihsel gerçekliğin peşinden koşmadan özgürce hareket eden adaptasyonlar gibi Cyrano da alıştığımızı yeniden yazmaya niyet ettiği için şahane bir girişim elbette. Fakat tıkır tıkır işleyen Atonement ve baleyle unutulmaz bir edebiyat eserini buluşturan Anna Karenina’dan sonra yolunu kaybetmiş Joe Wright özelinde düşündüğünüzde yine hayal kırıklığı. Bir müzikal olmasına karşı çıkmasam da söz yazımı ve güfteleriyle zaten sınıfta kalıyor bu yeni Cyrano yorumu. Aşk üçgeninin inandırıcılıktan uzak, kimya barındırmayan hâli de içler acısı. Çağımızın en başarılı Brit yönetmenlerinden biri değil, şehir tiyatrosunun devlet destekli sanatçılarından biri sahneye koymuşçasına olağan, ışıltısız ve bunaltıcı.
SOSYAL ADALETSİZLİK DİYE BEN
The Killing of Kenneth Chamberlain ve Test Pattern
ABD’de siyah olmanın bedelleri ve kimlik siyasetindeki önemli dönüm noktalarının sadece Martin Luther King’le, insanlık tarihinin en korkunç sayfalarında yer alan köle ticaretiyle anlatılması bırakılalı sadece birkaç yıl oluyor. Sistematik ırkçılığın tarihine inmektense bugün bile devamlılığını sürdürdüğünü söyleyen yapımlar daha bir önem teşkil eder oldu son dönemde. The Killing of Kenneth Chamberlain de bunu en mikro düzeyden dile getiren filmlerden bir diğeri. Başrolde yer alan Frankie Faison’ın performansı sayesinde vurucu bir sosyal adaletsizlik draması olmayı başaran yapım, yanlışlıkla medikal alarmına basan ve kapısına polislerin dayanmasının ardından basit, kolayca geçiştirilebilecek bir kazanın yarattığı bu anlamsız tacize karşı duran Kenneth Chamberlain’in son saatlerini konu alıyor. Olayların tamamen gerçek olduğunu bildikçe daha da canınızın yandığı film, finaline Chamberlain davasında da kanıt olarak kullanılmış ses kayıtlarını kondurmuş. ABD’deki ölçüsüz polis şiddetiyle, bu faşist kuruluşun bütün kokuşmuşluğuyla bir kez daha yüzleşip sinir kat sayınızı yükseltmek için ideal. İş hikâye anlatma sanatının inceliklerine geldiğinde ise ne yazık ki söyleyeceklerim sınırlı. Herkesin karikatürize müsveddelere dönüştüğü, didaktik olma savaşında bütün başarımlarını harcayan bir iş çünkü. Yetkin ellerde nasıl bir film olurdu merak ediyorum. Gelelim Test Pattern‘a… Amerika’daki bağımsız sinema ödüllerinin es geçmediği yapımlardan biri oldu geçtiğimiz sezonda. Film siyah bir kadının alkol ve uyuşturucu madde etkisi altındayken rızası alınmadan dahil olduğu bir cinsel ilişki sonrası durumu erkek arkadaşına açması, hastane hastane gezerek “rape kit” yardımıyla yapılacak bir muayene için doktor aramasıyla başlıyor. Sonrasında da hem ana karakterin bedeni üzerinde sahip olduğu hakla ilgili herhangi bir kuşku bırakmadan söyleyeceğini söylüyor, hem de yaşananların kadın – erkek ilişkisindeki dinamiklere yansıma biçimleriyle toplum yapısının en mikro düzeyde erkek zihniyetini nasıl da zehirlediğini sergiliyor. Ama filmin potansiyelinin karşılığını verebildiğini söylemek güç. Çünkü Test Pattern, tabir-i caizse hareket etmiyor. Floresan ışığın gözünüze battığı bir hastanedeki bekleme odası kadar ölü kadrajlarda çekilen acıyı dahi kendi imkânlarınızla tanımlamak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Uzun zamandır seyircisinden bu kadar mesai yapmasını isteyen başka bir film izlememiştim.
BENİM BABAM İŞÇİ MEMUR
The Tender Bar ve Encounter
Bu ara izlediğim her filmde, okuduğum her kitapta babasızlığın ya da eksik kalan babaların yası tutuluyor farklı biçimlerde. Denk mi geldik demeye dilim varmıyor ne yazık ki. Malum, baba problemleri mezarlığı gibi sanatın her bir alanı. Keşke yönetmenlik yapmaktan vazgeçse dediğimiz George Clooney’nin ellerinden çıkma The Tender Bar da baba figürü eksik kaldığı için yerine dayısını yerleştiren bir oğlanı konu alıyor. Hillbilly Elegy’nin daha derli toplu versiyonu denebilecek yapım büyüdüğü küçük kasabada, Ivy Ligi’nde yer alan okullarda öğretim görmenin hayalini gerçekleştirmek için bir yola baş koyan ve edebiyata âşık ana karakterinin etrafında dönüyor. Ama işte artık o kadar bıktık ki eksik kalan taraflarına karşın, mevcut aile bireyleri tarafından hep sevgi gören oğlanların ömrüne sığdırdığı arızalardan, The Tender Bar’ı da aynı şekilde elimin tersiyle bir kenara ittim izlerken. Bir kadına olan takıntısı, idolleştirdiği dayısı bar işletiyor diye alkole sarması, yıllar sonra babasıyla olan Gerçek Kesit yüzleşmesi… Hikâyesi kadar anlatım da demode olmasaydı iyiydi. Ben Affleck’in uzun yıllardır verdiği yegâne ortalama performansa da yazık olmuş. Sevmelere doyamadığımız Riz Ahmed’in başrolünde yer aldığı Encounter ise babalık görevlerini yerine getirmek için çocuklarına travma yaşatmaya ant içmiş birini anlatıyor. Pandeminin ardından biliyorsunuz ki bu tür salgın filmlerinin sayısı bir anda artışa geçti. Ya da hep varlardı da biz tetiklenmekten kendimizi alamıyoruz artık, emin değilim. Ama gerçek olan şu ki, Encounter iyi fikirlerinin hepsini ilk 15 dakikasında tükettikten sonra freni patlamış bir araba edasında yokuş aşağı sürükleniyor. Duygu sömürüsü ve sürpriz ekonomisinden fırsat bulduğu vakitlerde karakterlerini tanıtmak ya da ne bileyim, en azından ayakları yere sağlam basan üç boyutlu, kanlı canlı insanlar olduğunu hatırlatma gayretini girişse bir şeyler değişebilirmiş. Bilhassa üniforma seviciliğini pek yorucu buldum.