Eleştiri
The Batman
Kanunsuz kahramanın maskesinin ardında terapide çözebileceği problemlerini kendi yöntemleriyle eritmeye kalkışan beyaz ve ayrıcalıklı bir erkeğin yer aldığının böylesine farkında bir Batman yorumu izlememiştik, ilk olarak bunu söyleyerek gireyim konuya. Zoë Kravitz tarafından canlandırılan Catwoman yardımıyla, katranı günümüz dünyasına yakın Gotham portresinde güç savaşının birbirine benzeyen insanlar arasında gerçekleştiğini acımadan dile getiriyor Reeves’in filmi. Bununla birlikte Cloverfield ve modern Planet of the Apes serisinde yaptığı gibi gerilim, aksiyon, bilimkurgu gibi türlerde kendine örnek edindiği pek çok yapıma referansı mevcut. Kimi zaman bir David Fincher filminde cinayeti kimin gerçekleştirdiğini çözmeye çalışan kanun insanlarını izliyor, kimi zaman da stilize bir evrende Blade Runner’dan miras bir karanlık eşliğinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. 2022 damgalı The Batman’i farklı kılan tam olarak bu iki önemli değişimin kokteyli değil elbette. Robert Pattinson’ın oyununda da ailesinin öldürülmesini oynamaktansa, çocukluğunun en acı sayfasının bugün aldığı eylemler üzerindeki etkilerini performansına yansıtmak gibi çok mühim bir tercih var. Sadece sıkıntı şu ki, Reeves yenilediği yapboz parçalarını birleştirme konusunda pek başarılı olamıyor.
The Batman, garip bir şekilde Nolan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Dark Knight serisinden bile daha fazla kendini ciddiye almakta. Çünkü öncüllerinin niceliğinin bir hayli fazla olması sebebiyle, nitelikte radikal farklılıklar yapılması gerektiğinin bilinciyle harekete geçilmiş. Bunun nihayetinde de elzem olmaktan en uzak sahnesinde bile mütemadiyen kalabalıktan ayrıldığını hatırlatmaya çalışan bir öykü çıkmış ortaya. Bulmaca çözdürmeyi kendine borç edinmiş kötüsüyle adım adım şekil ve şüpheli değiştiren senaryoda biçime duyulan adanmışlık ve özenin izlerine rastlamak pek mümkün değil. Bütün diyaloglarında bariz bir şekilde hissedilen, hem karakterlerini hem de seyirci kaygılandırma arzusu filmin ağır basan polisiye tarafını bayağılaştırıyor bana kalırsa. Michael Giacchino’nun, gölgelerin arasından Darth Vader mı çıkacak diye düşündüren, ilhamı bariz ezgilerinin aşırı kullanımı da bu sözde kara filme pek yardımcı olmamış. Son çeyreğine kadar kurduğu evren tutarlılık muhteva etmesine karşın yegâne motivasyonun biriciklik olması, seyir zevkini alaşağı ediyor.
Matt Reeves filmlerinin vazgeçilmezlerinden biri de final yapamaması biliyorsunuz ki. Paul Dano’nun üzerine eldiven gibi oturan Riddler, Jim Carrey’nin grotesk yorumundan neredeyse 30 yıl sonra bambaşka kapıları aralarken ne yazık ki sonu asla gelmeyen bir sarmala da sebep oluyor. Finalde, yaklaşık bir saat boyunca, bütün amacı Gotham’ın düştüğü hâlin sorumlularının canını yakmak olan Riddler ile öngöremediğimiz sayısız viraja tanıklık ederken tekerrürden yorgun düşmemek de imkânsız. Ancak, bütün bu bilinçli dışavurumu çok da affetmeden, kendine keşif yapılabilecek yeni bir yüzey yaratmış olmasını takdir ediyorum The Batman’in. Gotham’ın cehennemi aratan çıkışsızlığını da dillendirerek yaptığı finalinde Batman’e mavi beyaz kırmızı üniforma mı dikecekler sualini akıllara getirse de haşmetli bir karanlık yerine tıpkı ana kahramanı gibi kuralsız bir film yaratma hevesi ilgi uyandırıcı. Daha odaklı bir tatbiki geldiğinde omuzlarda taşıyacağımıza şüphe yok. Fakat şimdilik engebeli bir başlangıç izleyeceğinizin bilinciyle sinema salonlarının yolunu tutmanızda yarar var.