Tembelin Günlüğü, Rötarlı Sezon Günlükleri, 4×400 gibi sayısız defa isim değiştirmiş kısa kısa film yazıp çizme köşeme bu sene yeni bir ad vermeye karar verdim: Biraz Alakasız Ama… Vizyonda ne zaman gösterildi, hangi festivalde izledim, bu filmlerin arasında herhangi bir organik bağ var mı demeden, elimdekilere yetişebilmek için çok ihtiyacım vardı böyle bir ara bölgeye. Parmak çıtlatıp oturalım klavyenin başına, hadi bakalım!
THE LOST CITY | Yönetmen: Adam & Aaron Nee | Oyuncular: Sandra Bullock, Channing Tatum, Daniel Radcliffe, Da’Vine Joy Randolph, Patti Harrison, Oscar Nunez, Brad Pitt, Bowen Yang, Joan Pringle | Senaryo: Oren Uziel, Dana Fox, Adam & Aaron Nee | 112 dakika | ABD | Komedi, Aksiyon, Macera
Gişe canavarı Sandra Bullock’un oyunculuğa verdiği moladan evvel çektiği son film The Lost City, Hollywood’un en çok kazanan ve kazandıran aktrisleri listesindeki yerini sağlamlaştırmaya niyet etmiş bir ana akım işi. Pek popüler romantik kitaplar yazan Loretta (Bullock), romanlarında yer alan kurgusal şehirlerden birinde define avına çıkan zengin biri (Daniel Radcliffe) tarafından önemli bir sırrı çözmesi için kaçırılıyor ve imdadına koşan da kitaplarındaki karakteri canlandırmaya hayatını adamış “Dash” lakaplı kapak modeli Alan (Channing Tatum) oluyor. Basit formülüyle, Romancing the Stone ve The Lost City of Z yapımlarının kesişim kümesini andıran proje artık kendince bir alt türe dönüşmüş eğlenceli, komedisi bol macera filmlerinden bir diğeri. Bundan önce hiç birlikte çalışmamış olmalarına karşın, yıllanmış ekran çiftlerini andıran kimyalarıyla bütün hikâyeyi sırtında taşıyan Bullock ile Tatum belli ki pek eğlenceli geçen set sürecini seyircinin de hissedebilmesi adına veriyor savaşı. Karakterlerinin yaratımında klişelerdense absürtlükleri, romantizmini erkenden ele vermektense zamana yaymayı, milyonerini acımasız değil aptal kılmayı tercih eden, hem tanıdık hem de bir o kadar dinamik bir kakafoni özetle The Lost City. Ancak süresini iyi değerlendiremediği ve zaman zaman hikâyenin diğer kahramanlarına giderek frene basışı vaat ettiği roller coaster deneyimini sekteye uğratmış. Brad Pitt’in neredeyse konuk oyuncu sayılabileceği varlığıyla kutsadığı ilk yarıdan sonra yokuş inmiyor da çıkıyor gibi hissettirdiğine şüphe yok. İzlenip unutulacak eğlencelik arayanlara adresini vermekten çekinmem yine de.
TURNING RED | Yönetmen: Domee Shi | Seslendirenler: Rosalie Chiang, Sandra Oh, Ava Morse, Maitreyi Ramakrishnan, Hyein Park, Orion Lee, Wi Ching Ho, Tristan Allerick Chen, James Hong, Addie Chandler, Sasha Roiz, Lily Sanfelippo | Senaryo: Julia Cho, Domee Shi, Sarah Streicher | 100 dakika | ABD, Kanada | Animasyon, Komedi, Macera
Pixar için yaptığı kısası Bao’dan tanıdığımız, daha evvel de Inside Out’tan Toy Story 4’a stüdyonun pek çok başarılı animasyonunda storyboard sanatçısı olarak görev alan Domee Shi imzalı Turning Red şöyle bir geçti hayatlarımızdan. Annesinin korumacı tavırlarından bunalmış, ergenliğinin en zorlu dönemine girişini yapmış, ilk reglini henüz olmuş, okul ile aile hayatı arasındaki sınırları bir türlü çizememiş, erken 2000’lerin meşhur erkek pop gruplarına hatırlatan 4*Town’a da sevdalı Meilin isminde, 13 yaşında, Çin-Kanadalı bir kızın öyküsü bu. Atalarından kalma mistik bir miras sağolsun, Meilin büyük duygu durumlarında kırmızı bir pandaya dönüşüyor ve film de, biraz annesi ve arkadaşları yardımıyla bu garip durumdan kurtulmaya çabasını alıyor merkezine. Tabii kısa bir sürede hem bu dönüşümün toplum ve içine doğduğu kültür tarafından utanç duyması gereken duyguların dev bir beyanıymış gibi kullanıldığını, hem de filmin kendinden büyük bir simgesel bağ ile menstrüasyon sürecinin genç bir kızın hayatına girişinin ardından yaşananları konu aldığını anlıyoruz. Komik olduğu kadar kıymetli, kandaşlığı değil karşılıksız sevgiyi el üstünde tutan bir yapım Turning Red. Kuşaklar arası travma aktarımı gibi tanıdık sulara girmesine karşın da asi bayrağını asla bırakmıyor elinden. Billie Eilish’in biricik ağabeyi Finneas tarafından kotarılmış müzikleriyle NSYNC ile Backstreet Boys arasında mekik dokuduğumuz çocukluğumuza alıp götürüyor hepimizi. Sadece o yaşa özel bir fetişin tüm bu büyüme safsatası içerisinde kendine yer bulması bütün absürtlüğüne karşı hakikatten beslendiği için evrenselliği de tartışılmaz.