Dizi Eleştirisi
The Boys (3. Sezon)
Şirket gibi yönetilen süper kahramanlık makamınının artık yüz güldürmediği noktadayız The Boys’da. Takke düşeli epey oldu zaten. Fakat artık bir şeylerin iyileşebileceğine inancımız da kalmadı. Muhafazakar politikacıların önemli koltuklara oturduğu, sağın giderek yükseldiği dünya düzenini hatırlatan cinsten, tek adama bağlı ve yalnızca kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlıkların işlev gördüğü çok tanıdık bir gerçeklik var karşımızda. O yüzden yeşerecek zemin bulamayan umudumuzu bu kurmaca evrende de hiçbir yere sığdıramıyoruz bir türlü. Kötülük iyilikten hep daha büyük, karanlığın eli aydınlıktan hep daha güçlü. Buna rağmen tutunacak bir dal arıyor olmamız, hâlâ bıkmamamız, insana dair içgüdüsel bir yaşama arzusunun eseri sanırım. Bu yüzleşmeyi mevcuttaki bütün fantastik yapımları tiye alan bir yapımın çatısı altında yaşıyor olmamız da dünyanın nereye gittiğine dair tatsız bir hatırlatıcı esasında.
Bir nevi gerçek hayatın yeniden canlandırmasını ufak dozlarla damarlarımıza enjekte eden dizinin üçüncü sezonu özelinde ise söylenebilecek tek bir şey var: Homelander haricindeki bütün karakterlerin işlevsizleştiği, büyük oyunda figürana dönüştüğü bir yere sürüklendik. Zavallılığıyla güldürmek haricinde herhangi bir marifeti bulunmayan The Deep’ten başladığı yerde sayan A-Train’e, hakikatli bir figüran pozisyonuna geri çekilen Queen Maeve’den kimyasını kaybeden Hughie – Starlight ikilisine kadar genel anlamda bir iletişimsizlik var sanki ekranda gözüken herkesin arasında. Homelander tek, biz hepimiz formülünü yeni eklediği Soldier Boy karakteriyle bozarak etik ayrılıklar yaşatması bile fayda etmemiş. The Boys’u özel kılan süper kahraman yapımlarına has plastik bağlara geçit verilmemesi olduğu için, sevginin yegâne cevaba dönüştüğü ya da bir şekilde sağıldığı bütün mücadeleler esas amaca hıyanet ediyor bana kalırsa.
Ekranda elbette inanılmaz bir gövde gösterisi var, tüm bu aksamalara rağmen. Antony Starr yavaş yavaş cepten yiyor olsa da televizyon tarihinin en korkutucu kötülerinden Homelander’ı oynamayıp, yaşatmaya devam ediyor. Jensen Ackles’ın da Starr haricinde pek de parıldayacak oyuncusu bulunmayan diziyi ayağa kaldırdığına şüphe yok. Her sezona en az bir konsept bölüm sığdıran senaristlerin yeni alamet-i farikası “süper” orgy de bütün absürtlüğüyle amaca hizmet ederek üçüncü sezonun hatırda kalan sayılı anların arasında yerini alıyor. Kimse beni duyacak değil tabii de tek önerim artık katliama ihtiyaç duyduğumuz. The Boys’un gidemediği yerlere gidebildiği için pek sevdiğim Invincible ve ceset sayısında hep TV tarihinin zirvesinde yer alan True Blood gibi ana kadrosunda temelden gelen bir reforma aç bu hikâye. Aksi takdirde Starlight’la Hughie’nin dünyayı Homelander’dan kurtarmaya yönelik mıymıntılıkları ve asla derinliğine inilmeyen alt-right arka planı karşılığını bulamaz artık izleyicide. Biz yine izleriz tabii de, The Boys başladığı eşiğin ötesine bir türlü geçemeyen bir dizi olarak anılmaya devam eder.
Rana
18 Temmuz 2022 at 21:04
Hocam şahsen bu sezondaki frenchie – kimiko dinamiği ve mm hakkındaki düşüncelerini de duymak isterim.