Eleştiri
Mrs. Harris Goes to Paris
Kendini iyi hisset formülünün en çok işlediği hikâyelerden biri Mrs. Harris Goes to Paris. Hayat yüzüne gülmese de, her sabah katran karası bir dünyaya gözlerini açıyor olsa da merhametinden ve iyiliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bir kadın bu. Biraz karikatürlerden fırlamış gibi. Ancak aşkı kendine layık görmeyen, belli bir yaşı geçti diye cinsel kimliği elinden alınmış birisi değil. Yine de öykünün annesi, çekip çevireni. Dostlarının hayatlarına da karışıyor, Dior moda evini iflasın eşiğinden döndürüyor, yeni tanıştığı gençlere çöpçatanlık yapıyor. Peki ne için? Eşinin savaşa gitmesininin ardından hayatındaki boşluğu doldurmak, biraz da günü tamamlamak için. Nihayetinde bu insan üstü fedakarlığı ve sevecenliği bedeninde barındıran kadının tek bir yaradılış amacı var tabii ki: Okuyucuya/izleyiciye dünyadan uzak saatler geçirmeleri için bir Külkedisi masalı yaratmak, kurgusal gerçekliğinde Dior gibi bir markayı bu kadının kurtardığına inanmamızı sağlayarak keyif aldırmak.
Eleştirel yaklaşmanın pek mümkün olmadığı, ticari kaygıdan ziyade memnuniyet ekonomisine göre işleyen bir yapım bu. Mike Leigh filmi Another Year’da böyle bir kadını canlandırmak için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlayan Lesley Manville de ucu bucağı olmayan yeteneğiyle Bayan Harris’in tatlı hikâyesini sırtında taşıyor. Sahnenin merkezinde her daim o var. Yüzünden okuduğumuz her duyguyu birlikte yaşamamız için buyurup, sahtelik kokan bütün ayrıntılara konsantre olmamızı engelliyor hatta. Romantizmi, hırsları, ikili ilişkileri pek eğreti bir anlatının bilinciyle sırtını Lesley Manville’in lokomotif performansına dayayarak, Londra ve Paris görünümü verilmiş Budapeşte sokaklarında oyalıyor izleyicisini Mrs. Harris Goes to Paris. Doksanlardan kalma romantik komediler, ailecek izlenen o büyük stüdyo filmleri kıvamında bir insaniyetin geçidi işte. Mesele dış dünyadan koparken, tiyatro sahnesine daha çok yaraşacak bu plastikliği ne kadar içselleştirebildiğinizde.