Eleştiri
Ticket to Paradise
Basit bir yerden kuruyor Ticket to Paradise, hikâyesini. Evliliği sadece beş yıl sürmüş, boşanmalarının ardından evlatları haricinde hayatta hiçbir şeyde ortak paydada buluşamamış bir çifti izliyoruz. Tam kızları için hayalini kurdukları geleceğe yaklaşmışlarken, üniversite mezuniyetinin ardından en yakın arkadaşıyla Bali’ye tatile giden çocukları oradaki yerlilerden birine gönlünü kaptırıyor ve hızlıca evlenme kararı alıyor. Hayatı beklemeye alıp Bali’ye giden çiftimiz de kızlarını kararından vazgeçirmek için iş birliği yapmak mecburiyetinde kalıyor. Fakat bu ortaklık tahmin edebileceğiniz üzere, geçmiş defterlerin tekrardan açıldığı bir yere sürükleniyor. Kati surette şaşırtmak gibi bir fonksiyonu yok Ticket to Paradise’ın. Ebeveynlerimize mahsus, kendi yaptığı hataların aynılarını tekrarlamayalım diye verdikleri mücadelenin ayrıcalıklı, beyaz ve Amerikalı bir aile özelinde işlediğini düşünseniz yeterli gelecektir filmde neler olup biteceğini tahmin edebilmek için zaten.
Tabii ki de filmi farklı kılan şeyler var. Birincisi, fâni gözlerimizin pek özlediği Clooney ile Roberts’ın tartışılmaz kimyası bu popcorn eğlenceliği daha izlenebilir kılmakta. İkincisi, dünyadaki değişimin hayli farkında olduklarından Bali’ye yaptıkları ziyarette bir kültürü yağmalamak değil, filmin ana karakterlerinden birine dönüştürmek gibi bir eylemde bulunulmuş. Hatta bu uğurda hikâyenin taze âşığı Kaitlyn Dever’ın arka plana itildiğini söylemek bile mümkün. Ve üçüncüsü de, romantik komediler bünyesinde üretilen mizojinist mizahın yerinde yeller esmekte. Ne fazla dikkatten plastik, ne de doksanlardan bu yana ne kadar yol kat ettiğimizi görmezden gelecek kadar küstah. Tam kararında bir uyanıklık var Ticket to Paradise’ta. Örneğin Bali’de yosun tarımı yapan oğlanın, hukuk mezunu kızımıza uygun görülmesinde sınıfın, ırkın, kültürün bahsi bir kez bile geçmiyor.
Maxime Bouttier’i ömrümün sonuna kadar filmlerde izlemek istediğimi ekleyerek neden hızlıca bir romantik komedi klasiğine dönüşemeyeceğini de konuşalım tabii filmin. Kendini tekrar etmekten asla yılmıyor ne yazık ki yönetmen Ol Parker’ın, Daniel Pipski ile yazdığı senaryo. Tekerrürlere karakterlerin tekil yolculuklarında, kurulan mizansenlerde ve filmin bütün erkeklerini kadınlarla eşleştirirken yarattığı ilişki dinamiklerinde rastlamak mümkün. Seyirci, anlaması pek de güç olmayan detayları kaçırmasın diye verilen mücadele biraz abartılı boyutlarda. Ellerindeki patlama noktalarının tamamına ev sahipliği yapan düğün kısmı da bu sebepten yarım saatlik bir porsiyona sünmüş. Ancak yıl 1998’miş gibi salondan çıkmak isteyene, pandemi sonrası salonların yollarını unutanlara iyi bir yatırım olabileceğini not düşmem şart. Aksadığı hâliyle bile nostaljik bir sinema deneyimi armağan ediyor Ticket to Paradise ne de olsa.