Eleştiri
The Woman King
Kurgusaldan, tarafsız belgesel hakikati beklemek akıl kârı değil elbette. The Woman King özelinde dönen tartışmaları da, meseleye hâkimiyetimiz sıfır olduğu için bu açıdan değerlendirmek pek zor. Dahomey Krallığı’nın köle ticaretine dolaylı yoldan hizmet ettiği ve hatta burada isimleriyle kahramanlaştırılmış olanların, işgalcilerle hoşbeş etmiş zalimler olduğu da iddia edilmekte. Fakat bir aklama olduğunu düşünmeden Hollywood’a dair özensizliğin ya da tarihçiler arasındaki anlaşmazlığın beyazperdede vücut bulan yeni bir yansıması diye de değerlendirmeye aldığımızda The Woman King’in eleştirilecek yanı bir hayli fazla. Bunların başında askerlerinin robot gibi gözükmesini istemediğinden, iki ana karakteri arasında kurduğu ilişki geliyor. Maternal duygular yerine kız kardeşliği tercih ederken saptığı bu gereksiz yolda Nanisca ile Nawi adındaki rollerin de ihtiyaç duymadığı yeni, daha önce defalarca kez tekrarlanmış bir karakter gelişimi üretme gayreti var filmin. Bütün mücadeleyi hiçe sayan bir yavanlıkla seyirciyi yorarak, dikkat dağıtan plastik bir his yaratmaktan öteye de gidemiyor üstelik.
Hiç figüran kullanılmadığı not düşülürse şayet, sarf edilen eforu bir nebze takdir etmemize yardım eden kadrosu esas hazinesi tabii ki The Woman King’in. Hem geleneksel aksiyonlardan beslenip hem de kendi evrenine sadık kalan yönetmen Gina Prince-Bythewood, başrolleri arasında inanılmaz bir kimya yakalamış. Eleştirilerde adanmışlıklarıyla Viola Davis ile Thuso Mbedu’nun adı anılsa da yardımcı rollerde eşsiz karizmalarıyla öne çıkan Lashana Lynch ile Sheila Atim’in payı daha büyük. Sayelerinde Portekiz’den gelen süvariden başka krallıkların lider askerlerine kadar kötü yazılmış bütün yan karakterleri görmezden gelebildiğimiz için finale doğru yer aldıkları sahneler azaldıkça The Woman King iyice tökezlemeye başlıyor. Ezilmiş, hor görülmüş toplumlarda muhafazakar iktidarların desteğiyle, Mehter Marşı’na tekabül eden naralar atarak savaşa koşmak gibi bir durum yok elbette. Ama The Woman King boşlukları dolduramadığı için ne yazık ki tıkanıp kalıyor, kimliksizleşerek hurracılara dönüşüyor adeta.
Esas derdi, siyah hareketinin bugününe de değinerek asırlardır süren mücadeleyi hatırlatmak ve dillendirilmemiş bir tarihi, bütün imkânları da kullanarak en epik formunda yeni nesile aktarmak elbette. Kapanış jeneriğinin arasına taşıdığı, filmde kaybedilen kadın savaşçıların adının anıldığı bir sahnede 2020 yılında polis şiddeti sonucu kaybedilen ve BLM protestolarının da fitilini ateşleyen Breonna Taylor’ı da listeye ilave etmesi bundan. Ancak yakın temasın mevzubahis olduğu çatışmalar haricinde ayakta durmakta güçlük çektiği, ana karakterleriyle değil de iyi kullanamadığı yardımcı rolleriyle akıllarda kaldığı için açtığı pankart, amaçladığı tesiri yaratamıyor.