Eleştiri
Triangle of Sadness
Östlund’un her daim bir festival bünyesinde, kalabalık bir izleyici kitlesiyle izlediğim filmlerinden aldığım tat hep aynıydı benim: Beyaz problemler, beyaz insanlar, beyaz lakırtılar. Yaptığı işleri zenginlere, ödül gruplarına pazarlamak ve onlar tarafından mükafatlandırılmak da büyük oyununun bir parçası gibi durduğundan farklı bir yere konumlandı izleyicinin gözündeki. Halbuki takkesi hep düşük, keli de her daim açıktı. Belki de böyle bir konfor alanından yapılan eleştiriye toplum muhtaç olmasındandır bilinmez, Triangle of Sadness’a kadar bu denli eleştirilmemişti Östlund. Direksiyonu tamamen kaba güldürüye kırıp, zenginliğe ve sınıfsal ayrılıklara dokundurduğu, Batı’yla anlaşmazlıklarını en geniş biçimde özetlediği filmi, seyirciyle olan ilişkisinde de bir milat kabulu görebilir bu sebepten. Östlund olduğundan farklı biri gibi davranmaya nihayet son vermiş, gördüğü ilginin kimden geldiğini umursamaksızın amacına ulaşmanın getirdiği tatlı zafer hissini geçiriyor artık perdenin öteki tarafına.
Başından beri belli kalabalıkların ikiyüzlülüğünden dem vurmasına karşın icra ettiği sanatın pazarlama ayağında aynı ikiyüzlülüğü sergilemekten çekinmeyen Östlund, anlaşılması kolay bir anlatı üretmiş bu defa. Rus milyarderler, sosyal medyada milyonları peşinden sürükleyen modeller, parayı silah tüccarlığından kazanan kimseler günlük hayatlarımızın bir parçası olmasa da aşinalık gösterdiğimiz canavarlar hep. Bütün bu kalabalığı da hizmet sektörünün sınıfsal uçurumlara en çok ev sahipliği yaptığı ayağında ağırlayarak, başından sonu belli hikâyesinde hep tezatların izini sürüyor. Dolayısıyla üstü kapalı bir mesaja erişmek için çaba sarf etmek zorunda kalmayan izleyicisine de ishalin, istifranın (!) mizahına gülmek, yoksulla zenginin yer değiştirmesine yol açan sonraki gelişmelerde bu fantezinin tadını çıkarmak için alan kalıyor. Filmin epizodik yapısıyla birlikte düşünüldüğünde çok geliştirilmiş fikirlerin değil, parçalar hâlinde işleyip kahkaha sağmayı hedefleyen skeçlerin filmi bile denilebilir hatta Triangle of Sadness’a.
Ruben Östlund sinemasına takındığım mesafeli tavırı biraz olsun azaltabilmemi sağladığı için benim açımdan pek değerli Triangle of Sadness. Kimileri için büyünün bozulmuş olmasını anlayabiliyorum tabii. En nihayetinde basit denklemler var menüsünde. Soysuz ve grotesk bir yergi konuluyor sahneye. Alt sınıftan seçtiği göçmene giydirdiği hayatta kalma kostümü, zenginin elini sıcak sudan soğuk suya sokmamaya ant içmiş çalışana biçtiği rol, gözler gönüller açılsın diye etrafta bulunan erkek karakterine gösterdiği muamele pek stabil, pek tanıdık, pek tahmin edilebilir. Ancak en başından Östlund’un da İsveç gibi ayrıcalığa doğulan bir ülkeden çıkmış, bembeyaz bir anlatıcı olduğunu unuttuk sanki. Bu yüzden Triangle of Sadness, kimliğiyle barışıp başkası gibi davranmadığı ilk filmi olması açısından mühim ve potansiyelinin de zirvesi bana kalırsa. Çünkü nihayet riyakârlığını ve davetkâr kalma ısrarını saklayamadığı bir yerde. Bok ve kusmuk üzerine yapılan bir mizahı sosyal eleştirisiyle aynı tabakta görmeye ne kadar razıysanız işte…