Eleştiri
Animasyon Kuşağı: My Father’s Dragon, Wendell & Wild ve Marcel the Shell with Shoes On
Turning Red’ten bu yana iyi bir animasyon izleyemediğimiz 2022 sinema yılı hayal kırıklıkları yaratmaya devam ediyor. Netflix bünyesinde izleyiciyle buluşan My Father’s Dragon ile Wendell & Wild’la birlikte A24 damgasıyla huzurlarımıza sunulan Marcel the Shell with Shoes On’u konuşup şikayetlerimizi dillendirelim bakalım…
[one_third]
MY FATHER’S DRAGON
Yön: Nora Twomey
The Secret of Kells, Song of the Sea, The Breadwinner ve Wolfwalkers gibi birbirinden yetkin animasyonları bizlere bahşetmiş Cartoon Salon’un yeni numarası My Father’s Dragon. Yönetmen koltuğunda da stüdyonun tanıdığımız isimlerinden Nora Twomney oturuyor zaten. Annesiyle birlikte şehre taşındıktan sonra sahip olduklarına sıfırdan kavuşmak zorunda kaldıklarının bilincine varınca büyük bir boşluğa düşen, kocaman bir okyanusta küçük bir balık olmakta zorlanan Elmer adındaki esas kahramanımızın bir ejderhanın peşine düştüğü, vahşi hayvanlarla, gizemli maceralarla yüzleştiği masalımsı bir hikâyesi mevcut. Çok da meşhur bir çocuk kitabından uyarlama hatta. İrlanda semalarından çıkan halk efsanelerini eğip bükerek çocuklara hem görsel, hem de işitsel anlamda yaratıcı, yetkin formlarda sunan stüdyo için bir geri adım denebilir ama My Father’s Dragon’a. Bu sefer meselesi epey yüzeysel ve yalnızca genç izleyicisini hedefliyor çünkü. Bu sebeple iyi planladığı giriş ve sonucuna karşın gelişme kısmında Disney’den miras zorlama bir serüven arayışı, ilgiyi ayakta tutmak için sürekli sarkmalara yol açan bir koşuşturma mevcut. Cartoon Salon’un standartları için bile kaotik sayılabilecek yavan senaryosuna eşlik eden görkemli çizimleri, büyüleyici müzikleri fonda duyuları oyalamaktan öteye gidemiyor. Dostluğa, birliğe, kendi aileni seçebilmeye dair pozitif mesajlar verirken, yarı açık gözle sabah kuşağında izlediğimiz çizgi filmlerden daha fazlası olmasını dilerdim.
[/one_third]
[one_third]
WENDELL & WILD
Yön: Henry Selick
Coraline’ı bir kenara bırakıyorum, insan The Nightmare Before Christmas’ın yönetmeni 13 yıl sonra stop-motion bir animasyon için kolları sıvayıp, çağımızın en heyecan verici hikâye anlatıcılarından Jordan Peele ile iş birliğine girince ister istemez heyecanlanıyor. Netflix’in doğru düzgün reklamını yapmadan Cadılar Bayramı uğultusunda kitaplığına eklediği Wendell & Wild’ın iki seneyi aşkın prodüksiyon süreciyle yarattığı beklentiyi karşılayamadığını belirterek gireyim söze. Ali Cengiz oyunlarıyla ortalığı birbirine katan iki iblisin ezeli düşmanlarıyla karşı karşıya kaldığı, çocuk yaşta ebeveynlerini kaybeden bir kız çocuğunu da ölmüş ailesiyle buluşturduğu epey duygusal, ama bir o kadar da ürkütücü bir öyküsü var Wendell & Wild’ın. Selick’in filmografisinden alışık olduğumuz üzere gotik ögelerle dolu bir dünya izliyoruz. Siyah karakterleri ağırlıkta tutarak kalbimden daha beyaz kariyerinde temiz bir sayfa açan yönetmen, yeni bir keşife girişmemiş ama ne yazık ki. Jordan Peele’la yaptığı iş birliğinin daha yaratıcı bir sonuç doğuracağına duyduğumuz inancı karşılayacak tek bir orijinal fikri yok. Sanki daha evvel çektiği filmlerin en zayıf yanlarını bir araya alıp tek bir potada eritmişçesine sıradan Wendell & Wild. İlerlemiyor diyerek ritim problemi olduğunu ima etmek istemesem de, tahmin edilebilirliğiyle giderek boğuculaşıyor. Filmin katran karası atmosferi de güneş sızdırmayan bir perde gibi gözlerinize çekiliyor, o kakofoni ruhunuzu emiyor adeta.
[/one_third]
[one_third_last]
MARCEL THE SHELL WITH SHOES ON
Yön: Dean Fleischer-Camp
Çabuk tüketip unutmaya yönelik içerik üretiyor diye suçladığımız Netflix’e benzer bir durum da A24 kanadında yaşanıyor aslında. Sosyal medyanın “havalı” dinamiklerine, sinefil tarafına oynayan anlarla dolu filmler yaratmak üzere canla başla çalışan stüdyonun yeni numarası Marcel the Shell with Shoes On, hakkında metinsiz – sadece görselli tweet atmalık bir filmden fazlası değil ne acıdır ki. Jenny Slate’in değiştirdiği sesiyle tahammül edilemez bir noktaya erişen Marcel, teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte her şeyin içini nasıl da boşalttığımızın, peşinden koşturduğumuz insanların, varlıkların, içeriğin özüyle, arkasında olup bitenle ne kadar da ilgilenmediğimizin çenesini yapan bir proje. Bu kadar yenilikçi bir animasyon stili kullanıp, çağın hip sayılabilecek akımlarına uygun hareket ederken bir topluluk olmayı kolaylaştıran, kendine benzeyeni bulmak için yeni bir kapı açan kitle iletişim araçlarına duyduğu demode öfke pek yordu beni bir izleyici olarak. Nihayetinde daha mantıklı bir yere varıyor tabii ama bu sefer de kullandığı araçları bir kenara iterek sevgiye, saygıya, duygudaşlığa bir aşk mektubu yazmaya koyuluyor. Bilemiyorum, belki ben artık bu duygusallığı aşacak bir rasyonaliteye ulaşmışımdır. Yetişkinliğinin baharını çoktan sonlandırmış insanların, multi milyonlar kazanıyorken bu kadar sahte bir mesajın arkasına sığınmasını midem kaldırmıyor da olabilir. Marcel’i de görsem ayakkabımla eziverirdim herhâlde. Yeter ki sussun!
[/one_third_last]