Eleştiri
Causeway
Bugüne kadar izlediğimiz, savaş ertesi post travmatik stres bozukluğunun herhangi bir formuyla boğuşan, veteranları merkezine almış filmlerden net bir şekilde ayrıldığını söylemek güç Causeway’in. Kanın gövdeyi götürdüğü grafik bir savaş manzarası sunmayarak, ana karakterinin başından geçenleri görselleştirmeyerek alışılagelmiş taban tabana zıt iki gerçek dünya temsilinden uzak duruyor sadece. Evin de dahil olduğu atanmış normalin, bütün karmaşıklığına karşın, askerlik görevinden daha güvenli bir alan vaat ettiğini hatırlatmaya da meyil edemiyor ne yazık ki. Ne de olsa, Lynsey’in hayatını ve yaşadığı kazadan evvel zihnini derinden yaralayan şeylerin faili bu kasaba. Dolayısıyla yavaş yavaş pişirmesini izliyoruz Lila Neugebauer’ın hikâyesini. Anavatana dönmeden evvel yardıma muhtaç bir Jennifer Lawrence’ı sağır edici bir sessizlikte gözlemlemlerken, evine görev dönüşü ilk adım attığında rüzgârdan çarpan kapı sesiyle oyalarken de sakin bir his hakim baskın geliyor bütüne. Her daim iyi bir dinleyici olmuş ana karakterine öykünmemizi istiyor da olabilir, kim bilir. Anlaşılmanın yolunun konuşmak kadar dinlemekten de geçtiği konusunda epey ısrarcı ne de olsa. Ancak membası pek de bereketli olmayan Causeway, bu sükunetten medet ummaktan daha fazlasını yapamıyor. Suskunluğuyla boşluklar dolmuyor, boş kalmaya devam ediyor hatta.
Jennifer Lawrence ve Brian Tyree Henry’nin, çok da iyi yazılmadığı söylenecek karakterlerle oluşturdukları beklenmedik kimya Causeway’in bir şekilde işlemesinin yegâne sebebi. Her iki oyuncunun da ekonomik tercihler yapmış olmasının yanı sıra çağımızın en büyük sinema yıldızlarından biri olarak addedilebilecek Jennifer Lawrence’u uzun bir aradan sonra gösterişsiz bir rejide izlemenin de tesiri var elbette. Onu tanıdığımız Winter’s Bone gibi, notalara şiddetli basmayan ve aktörlerine yalın bir hareket alanı bırakan tekst sayesinde özüne dönüyor. Ama realitenin elle tutulamayan çetinliğini bir türlü ifade edemiyor Neugebauer. İyileşme kavramının yalnızca fiziksellikten ibaret olmadığını, mental temellerini sağlam örneklerle zenginleştiremiyor çünkü. Çok lezzetli bir yemek yiyeceğimizi söylüyor da sürekli su içiriyor gibi. Tematik olarak her yöne çekilebilecek bir öyküyle çalışmasına rağmen sosyal adaletsizliğin mecbur bıraktığı seçimlere karşı isyan bayrağı açamıyor. Giderek fakirleşen Amerika’nın öteki yüzüne ses olamıyor. Karakterlerini onlara atadığı sayılı travmalar haricinde boyutlandıramıyor. Tüm bu mırıldanmalarının üzerine başladığı yerle tezat hâlindeki finalde, gökten inme bir umut aşılamaya kalkışınca yavanlık vasfı filmin üstüne iyice oturuyor.