Eleştiri

Netflix’teyiz: The Good Nurse, RRR ve Fast & Feel Love

Yayınlandı

on

Dün Disney Plus’la başladığım “her güne bir streaming servisinden üç film serisi”ne Netflix’le devam ediyorum. Dijitale dair alışkanlıklarımızın tohumlarını eken platform, zaten koca bir derya. Ama izleyip unutmaya layık yapımların popülasyonu artarken tezgahtan bir seçmece yapmayı denedim yine de. 2022 damgalı olduklarını hatırlatarak gireyim söze…

[one_third]

THE GOOD NURSE
Yön: Tobias Lindholm

Thomas Vinterberg filmleri Jagten ve Druk’un ortak yazarlarından biri olduğu için radarımıza giren Tobias Lindholm, uluslararası film dalında Danimarka adına aday edilen A War’dan 7 sene sonra ilk kez uzun metrajlı bir film için kamera arkasına geçti. Jessica Chastain ve Eddie Redmayne’i buluşturduğu The Good Nurse, hemşirelik yaptığı süre boyunca sorumlu olduğu hastaların serumlarına ilaç vererek öldürmekten yargılanmış, 400’den fazla ölümden sorumlu olduğu düşünülen Charles Cullen’ı konu alıyor. Meselesi itibarıyla ilgi çekici, tansiyonunu da neredeyse final çizgisine kadar patlamaya müsait bir bomba gibi elinde tutan bir iş. Lindholm, büyük kurgu numaralarına, aşırı müzik kullanımına sırtını dayamak ya da şüphe duygusunu da bir karaktere dönüştürmek yerine yalnızca iki başrolünün oyunundan beslenen bir film üretme tercihinde bulunmuş. The Good Nurse iyi planlanmış yüzleşmeleri sayesinde seyircisinden karşılık alabiliyor. Zanlı adayını çok tutup faili saklama ihtiyacına da girişilmediğinden tamamen Chastain’in canlandırdığı Amy Loughren’ın bakış açısı kullanmış. Kendimizi onun yerine koyup şok oluyor, her şeyi tam zamanlı bir şekilde onunla öğreniyor, fiziksel kabiliyetleri kısıtlandığında birlikte daralıyoruz. Dolayısıyla bu aksiyonsuzluğun içerisinde single player oyun deneyimi yaşatıyor bile denebilir. Kendini cellat olarak atamış ve “yakalanmadığı için devam etmiş” bir caninin bize düşündüğümüzden daha yakın olabileceğine dair bir aydınlanmayla uğurlamasına da diyecek sözüm yok. Ancak bu temposuzluğu idareli kullanamaması, izleyen herkesin aklında kalacak o iki sahneye yaslanmasıyla epey kan kaybetmiş, sıradanlaşmış. Hem Redmayne yeni bir adaylık alsın, hem de Oscar arzuladığımız pek belli olmasın der gibi.

[/one_third]

[one_third]

RRR
Yön: S.S. Rajamouli

Hindistan, Oscar’a göndermeyince uluslararası basında büyük meseleye dönüşen RRR yılın mutlak surette deneyimlenmesi gereken filmlerinden bana kalırsa. Kampanyası için Governors Balosu’na kadar gelen yönetmen S.S. Rajamouli, bir Bollywood epiği çekmek için sıvamış kolları. Otuzlu yıllarda iç savaş henüz başlamamışken iki ayrı geçmişe sahip devrimcinin yollarının kesişmesini anlatıyor üç saati aşkın süresi içerisinde. Beyazların nifak tohumlarını ektiğinin altını çizen, dünya üzerindeki bütün kolonyalistleri vahşi hayvanlara yem etmek isteyen, öfkesini stilize bir hâle getirmiş, hem trajik, hem absürt, hem maceralı, hem de eğlenceli bir deneyim özetle. Tabii ki de her Bollywood filminde olduğu gibi kendine ait bir sinema dili mevcut ve seyircisinin de mantık sınırlarını zorlayan gelişmelere göz yummasını arzu eden bir tavrı var. Dolayısıyla politik tarafının hitabeti çok güçlü diyemem. Ama motivasyonları konusundaki netliği ve hatta romantizmliği, doğru şeyi yanlış yere yerleştirse bile bir biçimde işlemesini sağlıyor RRR’ın. O kaosun içerisinde tek istediğinin tarihi tekrardan yazılmış direnişçilerin adını temizlemek, halk kahramanlarının adını epey de baskın bir milliyetçilikle başının üstünde taşımak olduğunu görebiliyorsunuz. Elbette içerisinde her türlü millet, vatan fanatizmi barındıran yapımlara tavrımız belli. Yalnız burada zengin, köle tüccarlığına göz yummuş, kültürleri sömürmüş sömürgeciliğe bir savaş açıldığını da unutmamak gerek. Filmdeki kötülüğü karikatürden farksız Britanyalılar’ın tepesine sarayları yıkılsın diye slogan atarken hasıl olan his de belli: Baskıcı rejimlerin hepsinin tarihin tozlu sayfalarına karışması için barındırdığımız arzu ve gazap. Oscar özelinde bir karşılık bulamayacak olsa bile denemenizi tavsiye edeceğim. Böylesi bir daha gelmez… 

[/one_third]

[one_third_last]

FAST & FEEL LOVE
Yön: Nawapol Thamrongrattanarit

Tayland yapımı komedi filmi Fast & Feel Love dizin sporuna hayatına adamış bir gencin, onun iyiliği için elinden gelen her şeyi yapan sevgilisi tarafından terk edilmesinin ardından büyümek mecburiyetinde kalmasını konu alıyor. Heteronormatif ilişkilerin temellerine dair şakası bol, tipik bir gözlemcilik örneği aslında. Erkenden büyümek zorunda bırakılan kadın taraf sahneden çekilince, erkek taraf basit günlük uğraşlar, yalnız yaşamak, hayatını geçindirmek gibi vazifelerle en direkt yoldan ilgilenip aslında ne kadar da çapsız bir varlık olduğunu hatırlıyor. Öyle ki neredeyse karşılıksız bir şekilde onu seven ve yaptığı fedakarlıkları hiç yüzüne vurmayan sevgilisi gittiğinde yerini doldurmak için yine bir kadın ordusuna ihtiyaç duyuyor. Erkeklerin daha dünyaya geldiği andan itibaren annelerinin gözetiminde hep pamuklara sarıp sarmalandığı, gerçeklikle yüzleşmedikleri için büyüyemediklerini söyleyen bir film yani Fast & Feel Love. İşin güzel tarafı, öyküsünün kadınlarını da erkeklere hizmet etmeye programlanmış robotlar gibi çizmemesi yönetmenin, anlatı bu tarafa kaymaya pek müsait olsa da. Aksine müşkül ve aciz bir ışıkta gösterdiği tek karakter esas oğlanımız. Onu savunmak, anlamak, dinlemek gibi bir zahmete katlanmıyor. Kompleks olmadığının bilinciyle sadece seyircisini eylemeye, aptal kararlarının acısını çektirmeye devam ediyor. Bunların haricinde mizahı da epey keyifli bana kalırsa Fast & Feel Love’ın. Taş atıp kolu yorulmadan kahkaha sağacak kadar gülünç bir fantezinin de ürünü olduğundan dizilim sevdasının bütün yüzleri varlıklarıyla bile tebessüm ettirmeye yetiyor zaten. Fakat Anusara Korsamphan’a özel bir parantez açmam şart. Öyküdeki Parasite parodisine kondüktörlük yaparken epey keyif alması epey geçiyor izleyiciye. 

[/one_third_last]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version