Eleştiri

Prime’dayız: Good Night Oppy, Catherine Called Birdy ve Argentina, 1985

Yayınlandı

on

Öne çıkan streaming platformlarından üçer film konuştuğum mini serimin kapanışını yapıyorum bugün. Disney Plus ve Netflix ziyaretimden sonra sıra Prime Video’da….

[one_third]

GOOD NIGHT OPPY
Yön: Ryan White

NASA’nın Mars yüzeyini incelemesi için yolladığı insansız uzay aracı Opportunity’nin üretilme aşamasından, 90 günlük görev için gitmişken 15 yıl boyunca bilgi aktarışına kadar geniş bir zaman dilimini konu alıyor Good Night Oppy isimli belgesel. Telluride’ta prömiyerini yaptığı günden bu yana ödül sezonunun iddialıları arasında anılan yapım, mühendisler, bilim insanları, NASA görevlileri ve stajyerlerini barındıran arşiv görüntüleri eşliğinde Andy Weir’ın The Martian’ını hatırlatan bir yaşanmışlığı da açıyor aslında. Yalnız burada geride bırakılmış bir Matt Damon yok, onun yerine bile isteye uzaklara yollanmış Wall-E benzeri bir cihaz var. İnsan evladının uzaydaki yolculuğunun önemli mihenk taşlarından birisi tabii ki de kısa adıyla Oppy. Mars’tan aktardığı panorama görüntüler, bugün teknolojinin geldiği noktayla elde ettiklerimizin büyüklüğünü de düşündüğümüzde hâlâ değerini korumakta. Ancak film Oppy’nin arkasındaki zihinlere haklarını teslim edip, gökyüzündeki maceramızın önemli bir sayfasını belgelemekten daha farklı amaçları önceliklendirmiş. Birincisi, dünyayla ilişkisini farklı yollardan kurduğu için NASA’yı tanımayan, tanısa da saymayan bir nesile hatırlatma yapıp istihdamın yollarını açmak. İkincisi de Elon Musk ve Jeff Bezos gibi zengin denyoların poster yüzü olduğu uzay turizmini pazarlamak. Kaynakların eşit dağılımı ve korunması için çaba sarf etmeyen, servetlerini oyuncaklarının modifikasyonu için harcayan varyemezlere de göz yummak içimden gelmiyor açıkçası. Hele ki yoğun müzik kullanımı, hikâye anlatımında seçtiği konuşan kafaların manipülasyonu ve film yapmak üzerinden değerlendirildiğinde teknik anlamda tek artısının görsel efektleri olduğunu da düşününce…

[/one_third]

[one_third]

CATHERINE CALLED BIRDY
Yön: Lena Dunham

Çok uzak bir geçmişte izlememiş olsak da HBO’nun Brooklyn’e özel, çağdaş Sex and the City’si Girls gerçekten başka bir dekattan ve iklimden çıkmış gibi hissettiriyor dönüp baktığınızda. Dünya sahnesine Adam Driver’ı bahşettiği için Lena Dunham’ın kredisi tükenmeyecek olsa da renk körü anlatıcılığı, ayrıcalıklarından arınamadığı beyanları ve kitabıyla birlikte ortaya çıkan predatör kimliğini nasıl aştık, tekrardan filmlerini konuşmaya geldik bilemiyorum. Dunham aldığı aksiyonlarla, dilediği özürlerle hatalarının tekrarlanmayacağı garantisini verdi tabii. Ama yine de bu dönüşüm çok hızlı oldu diye düşünmeden edemiyorum. Yazıp yönettiği Catherine Called Birdy’i şüpheyle izledim bu yüzden. Üzerinde adı yazılı olmasa dahi Dunham’a ait olduğunu anlayabileceğiniz senaryo, Orta Çağ İngiltere’sinde sıradan bir hayat sürerken babacığının onun üzerinden yaptığı planlarla hayatı değişen bir kız çocuğunu alıyor merkezine. Ataerkiye boyun eğmediği iddia edilen, kendi bildiğini okuyan esas kızımız, Orta Çağ’da geçse de bugün doğmuşlar gibi konuşan karakterlerin arasında büyümeye, serpilmeye, kendi istediğini bulmaya çalışıyor. Fakat filmin bitmek bilmeyen bir baba sevdası var. Üstelik hiç sorunu yokmuş gibi gözükse de bu karakterle, romantizmini sonuna kadar yaşatıyor. Kızını neredeyse bir et parçası gibi satıp statüsünü korumak için çaba sarf eden babacığa olan tehlikeli ve hatta hastalıklı düşkünlüğü hikâyenin her yerine işlemiş. Fleabag sayesinde şeytan tüyünün etkisinde kaldığımız Andrew Scott’a bu rolü verip iyice pekiştirmiş, seyircinin babayı sevmeme ihtimalinin önüne set çekmiş sanki Dunham. Filmin “tuhaf olmak için tuhaf” tavrıyla birlikte aynı tabağa konması ağızda acı bir tat bırakıyor. 

[/one_third]

[one_third_last]

ARGENTINA, 1985
Yön: Santiago Mitre

Arjantin’in uluslararası film dalına yolladığı Santiago Mitre yapımı, askeri diktatörlük sırasında işlenen suçlar ve yapılan zulümlerle alakalı sivil mahkemede askeri liderlere açılan meşhur davayı anlatıyor. Arjantin siyasi tarihinin kara lekelerini temizlemek, zanlıları bulmak ve gerekli cezaları almaları için mücadeleye girişen savcılar Julio César Strassera ve Luis Moreno Ocampo’nun merkezinde yer aldığı öykü, ana akımın geleneksel yöntemleriyle seksenli yıllarda görülen davanın üzerinden geçiyor. Ama bir tarih dersini cilalı gişe filmi kurallarıyla süsleyerek… Argentina, 1985 için asla sınırları zorluyor denemez. Daha doğrusu, düşündüğü kadar politik bir iş değil. Suçlamak için kendine iktidarları, rejimleri değil kişileri, piyonları seçecek kadar da kafasız hatta. Hâlâ izleri hissedilen bir olayın ertesinde, faillerin dönüştüğü yeni oluşumları kızdırmamak adına hep en güvenli yolu seçiyor, seyircisini de yoğun yaylılarla bir an olsun yalnız bırakmayarak göründüğünden daha büyük bir cümle kurduğuna inandırmaya çalışıyor. Bu bitecek bir film türü değil tabii ki. Dramatik etkiyle bir reaksiyon almak isteyen tekstler, sinema tarihinin başından beri var. Hele ki söz konusu mahkemeler ve topluma mal olmuş davalar olduğunda daha da sık rastlıyoruz bu tip örneklere. Sıkıntı, yakın tarihi tıpkı bizim gibi pek hareketli olan Arjantin gibi bir ülkeden de 2022 yılında hâlâ karşısındakini aptal yerine koyan böyle bir film çıkıyor olması. Beğenilmesinin önüne geçmek zaten imkânsız. Sadece gönül, kanlı tarihlerin failleri isimlerle ayrıştırılmasın, karanlığa sebep olmuş herkes hak ettiğini bulsun, bu izleyici tuzakları da başka türlerde kullanılıp suçları hafifletmesin istiyor.

[/one_third_last]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version