Eleştiri
Guillermo del Toro’s Pinocchio
Guillermo Del Toro’nun meşhur bir çocuk masalını kendi stiline uygun bir biçimde deforme edeceğini bilenler için bütün beklentileri karşılayan, makabr kompozisyonunda bir yapım Pinocchio. Seri ve renksiz üretim fabrikası Netflix, söz konusu prestij projeleri olduğunda çalıştıkları hikâye anlatıcılarına tanıdığı geniş yaratıcı özgürlük alanını tabii ki Del Toro’ya vermekten de çekinmemiş. CGI teknolojisinin ilerlemesiyle tekrar denenen, anavatanı İtalya’da Roberto Benigni’li bir versiyonla (Bu film de Benigni’nin Life is Beautiful’ını hatırlatmıyor değil.) elden geçirilen Pinokyo’yu teknik ve görsel anlamda olabilecek en yüksek formuna ulaştırmış Del Toro elindeki imkânlar sayesinde. Çok sevdiğimiz ve yerine başkasını koyamadığımız Henry Selick’in gotik dünyası gibi, Meksikalı yönetmenin de filmografisinden alıştığımız izlek, Pinocchio’da da bütün tanıdık öğeleriyle karşımızda. Faşizmin, savaşın, diktatör otoritelerin hep karşısında duran yönetmen bu temalara yoğunlaşırken, filmin bir hayli ağırlıktaki müzikal yönü için de Alexandre Desplat’yla çalışmış. Filmin işlemediği kısımları bile canlandıran besteler, dağınık parçaların bağlayıcısı olmuş hatta.
Yetişkinlerin de izleyebileceği ancak her yaşa hitap eden filmler üretme konusunda usta Del Toro’yla ilgili tereddütlerim ise ne yazık ki Pinocchio’da da karşılığını buldu. Tarih tekerrür ettiği için sağ iktidarlara hissettiğimiz öfke her daim taze kalmayı başarıyor. Dolayısıyla Del Toro’nun bu yönde bir üretim yapmasına diyecek yok. Temel motifini oluştururken ırkçılığa, savaşın her türlüsüne, ötekileştiren bütün politikalara ve zorba rejimlere daima yer veren bir anlatıcı. Ancak söylemini geliştirme konusunda hep eksik kaldığını düşünüyorum. Pinocchio özelinde de haddinden fazla yalın bir konsept, derinlikten uzak sloganlar ve baş döndürücü bir tekrar hissiyle boğuşuyoruz. Del Toro, Mussolini’yi bütün sevimsizliğiyle göstermekten çekinmiyor çekinmesine de ufak yaştaki seyircisini de hep çocuk kalmış yetişkin hayranlarını da aynı sahte mutluluk hissiyle uğurluyor. Sanki dünya bütün faşistlerden temizlenmiş gibi kurgudan daha gerçek bütün kötülerini bölüm sonu canavarıymışçasına aşıyor, ana kahramanın kurtulmasına sevinerek ayakta uyuyoruz. “Savaş çok kötü bir şey.” demekten daha ilerisine gidemiyor hâlâ Del Toro, bu alanda 21 yılda üçüncü filmini yapmış olmasına karşın.
Stop motion tekniğinin sınırlarını zorlayan setler inşa ederek, birbirinden kıymetli ve bakması bile keyifli karakterler yaratarak tutturduğu normu karşılayabiliyor elbette. Bu zaten onun uzmanlık alanı. Ancak Pan’s Labyrinth ve sonrasında ürettiği her şeyde olduğu gibi politik anlamda hep sığ sularda yüzüyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki tek adamı yok etmeye niyetlenmiyor, yorum getirmiyor hiç. Onun gölgesiyle yaşamak zorunda kalanlara küçük zaferler hediye ediyor anca. Tatsız bir “Bu gerçekle yaşamak zorundayız.” mesajıyla donatıyor masayı yine. O kabullenmişliğin, boynu büküklüğün bir temsili kısacası Pinocchio. Ama gösterişli, ama yaratıcı, ama çalgılı çengili tabii. Mesele albenili dünyasından ne kadar büyülendiğinizde yatıyor.