Eleştiri
Decision to Leave
İzlemesi her anlamda keyifli filmler üreten, hem maharetli bir anlatıcı hem de görsel detaylara kıymet veren bir sinemacı Park Chan-wook biliyorsunuz ki. Stoker ve The Handmaiden ile iyice stilize bir hâl alan eserlerinin en yenisi Decision to Leave de benzer bir yoldan ilerliyor. İki saati aşkın süresini dolduracak bir meselesi olmamasına karşın, ilk kez birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Kim Ji-yong ile mesai harcandığı belli planlara genişçe yer ayırmış. Filmi buradan hareketle kamera arkasındaki iki vizyonerin egzersizi olarak değerlendirmek mümkün. Yalnızca ana karakterler Haejoon ve Seorae’in yer aldığı sahnelerde bile sık rastlamadığımız kamera açıları ve hatta sıra dışı sayılabilecek metotların yardımıyla bir doku sineması elde etmiş Park Chan-wook. Decision to Leave yükseklik korkusu mevzubahis iken ya da iki âşık konuşmayıp bakışmayı tercih ederken derinlik algımızla oynayan, aynaları, gölgeleri ustalıkla kullanan bir yapım her şeyden öte. Teknik anlamda içinde bulunduğumuz sinema yılının en yetkin filmi olabilir. Lakin konuşulmayanı yakın planlarda esirgeyen, uykusuzluğu ışık oyunlarıyla geceyi gündüze karıştırarak hissettiren Park kendi eğlenirken, seyircisine de takip edeceği bir izlek oluşturmayı unutmuş.
Decision to Leave, Hitchcock’tan ve tabii Park’ın önceki filmlerinden aşina olduğumuz türden bir aşk izletiyor. Geleneksel romantizmden çok uzak, ızdırabı ağır basan ama rasyonel bir sevda yine bu. Femme fatale‘in etki alanındayken aptallaşan ana karakterinin üzerinde yarattığı tesiri izleyici üzerinde de yaratmak istiyor. Buna uygun bir ritim tutturduğunu söylemek ise güç. Esleri bol filminde, senaryodan ziyade ses ve görüntü çalışmasının başrolü üstleniyor olması, yeri geldiğinde filmin oyuncuları Tang Wei ve Park Hae-il’in varlığını bile anlamsızlaştırıyor. Bir kukla tiyatrosundan hâllice bir temsil çünkü bu. Mantığın son ana kadar pek işlemediği cinayet dosyasının ehemmiyet taşıdığını dahi söyleyemiyorum. Halbuki Güney Kore’de geçen öyküsünde mesafeli durmayı şart koştuğu, giderek albenisi artan arzu objesinin Çinli olması aslında inanılmaz zengin ve de politik bir mesaja işaret ediyor. İki ülkenin geç iyileşen, ortak paydada buluşmaları zaman almış ilişkilerine yaptığı atıfı geliştirmeye dair bir hevesine rastlayamıyoruz ama Park Chan-wook’un. O grisi ve laciverti bol bir karanlığın içerisinde unutulmaz fotoğraf kareleri aramayı yeğliyor.
Elbette bu tür “göze hoş gelen” sinemanın da hitap ettiği bir kitle mevcut. Hatta sırf bu damara oynamak konusunda ısrarcı auteurler bile saymak mümkün. Fakat bu paketi güzel, içi az da olsa boşaltılmış sinemaya Park Chan-wook (ve şapkasına talip olduğu Alfred Hitchcock’un) filmografisinde rastlamayı pek beklemiyordum sanırım. Hiç ayak basılmamış toprağını bulması güç femme fatale konsepti özelinde de, bildiğimiz numaraların üzerinden geçtikçe sıradanlaşan Decision to Leave bana şunu düşündürttü; Park Chan-wook sinema filmi yapmayı çok özlemiş. Bu hikâyeyi anlatmaya dair bir heves değil de sanatını icra ediş biçimlerine duyduğu coşku hissediliyor büsbütün. Belki Seorae’in katile, yozlaşmışa, yabancıya, onu üzecek olana duyduğu aşkı da buradan yorumlamak mümkün olabilir zorlama bir okumayla. Aksi takdirde sarılacak başka bir sevda bulamadım ben Decision to Leave’de.