Eleştiri
Avatar: The Way of Water
Bildiğimiz ama var olmayan Na’vi kalabalığıyla yepyeni bir habitata giriş yapan Cameron, öncelikle burada epeyce vakit harcıyor seyirciyi hazırlamak için. Okyanusun, deniz canlılarının başrolde olduğu, Metkayina kabilesinin yaşam standartlarını bir tatil köyü gibi tanıttığı uzun bir epilogdan ibaret filmin orta bloku. Bu sırada hikâyeye yeni giren gençlerinin, (Jake Sully ve Neytiri’yi diktatör ebeveynlere çevirerek) ilerleyen safhalarda önemli bir rol üstleneceğinin de bilinciyle onları tanıtmaya, bu açıklama kısmında bütün kıyıları onlarla gezmeye de özen göstermiş hatta. The Cove isimli belgeseli bir hayli andıran acımasız bir ticaret döngüsünü merkezine aldığı son çeyrek en büyük kozu filmin. Aksiyon sahneleri yazmak ve yönetmek konusundaki ustalığıyla bilinen Cameron, insanın doğaya açtığı savaşa dikkat çektiği finale doğru bütün sihrini konuşturmuş. Batan bir geminin güvertesinde geçen hesaplaşması, ilk filmin yüzleşmelerini unutturacak kadar epik bile denebilir. Ancak tüm bu koşuşturmacının bağlandığı yerle problemim oldukça büyük.
İlk filmin alamet-i farikası görsel anlamda yarattığı hazdı elbette. Ama bununla birlikte kendi gezegenimizden tanıdık gelen temalara yer vermişti James Cameron. Ekonomik anlamda refaha ulaşmak üzere ekolojik dengeyi bozan, biyolojik çeşitliğe zarar veren insan evladına Pocahontas’la aynı yerden beslenen bir öykü anlattığı kadar sömürgeci kültürlerin günümüzde bile başka şekillerle varlığını sürdürdüğünü söylüyordu hatta. Birinci Avatar filminin yarattığı net iyi ve kötü tarafları için çözüm hep doğanın sahibi olmadığımızı ve yer küre üzerindeki değersizliğimizi anlamaktan geçiyordu. The Way of Water’la birlikte direksiyon bambaşka bir yere kırılmış. Hem anlatıcılığında, hem dünya görüşünde gelenekselden çok uzakta olmadığını bildiğimiz Cameron, aile kurumunda erkeğe, ataya, büyüğe düşen sorumluluğun altını çizdiği yepyeni bir hesaplaşma yaratmış bu defa. Öyle ki eski kötülerini diriltirken de mesele burada başlıyor, yeni kurduğu ailede de buraya evriliyor, henüz tanıştığımız medeniyette de, anneciği fanusun içinde yatan Kiri’nin nasıl dünyaya geldiğine dair soru işaretlerinde de… “Baba” kavramıyla kurduğu sorunsal bağı gölgede bırakmayı ise bir türlü beceremiyor.
Müziğinden set tasarımına, sinematografisinden yaratıcılığın konuştuğu senaryodaki bütün ayrıntılara kadar inanılmaz bir titizliğin ürünü olduğunu düşünmekle birlikte elindeki tek başına pek değerli parçaları birleştirmekten aciz ne yazık ki Avatar: the Way of Water. Katarsislerinin köşe başlarına koyduğu babaları öldürmeme konusundaki ısrarı bir sonraki filme dair beklentilere de epey tesir edecektir. Belki The Way of Water’ın işlememesi ve temasal olarak zayıf kalmasının arkasında o zenginliği birden fazla filme bölecek olmanın getirdiği sorumluluk da olabilir tabii. Marvel’ı düşman bellememekle birlikte, bu evrene karşı hislerini sakınmayan Cameron hep bahsini ettiği tuzağa kendi düşmüş sanki. Bir dizi değil de, bir film yarattığını unutmuş. Daha evvel iki ayrı ve çok başarılı franchise dahilinde görevini layığıyla yerine getirdiğini düşününce daha da garipsiyorum The Way of Water’daki durumu. Deneyimlemesi keyifli, sinema salonuna çok yakışan filmler yaparken bir defteri kapatmaktan bu kadar ürkmesi umuyorum ki pahalıya patlamaz.