Eleştiri
Aftersun
Çok taze sayılabilecek bir deneme yapıyor aslında Aftersun’la filmin yönetmen ve senaristi Charlotte Wells. El kamerası ve bilumum polaroid cihazların kayıt altına alma biçimlerinden görsel bir tamamiyet yakalıyor. Sophie’nin gözünden izlediğimiz o yaz tatilinde hep bir fotoğraf çekiyor, ansızın ortaya çıkan kamerayla sıradan sayılabilecek bir anı küçük kasetlerin manyetik bantın üzerine geçiriyor gibiyiz. Bu tercih sebebiyle Aftersun yükseklere çıkmaya hiç yeltenmiyor. Tüm o monotonluğun içerisinde seyircisinden ufak detaylara dikkat kesilmesini rica ediyor hatta. Wells, o sırada kendi büyüme sancılarıyla boğuştuğu için babasıyla ilgili neyin ters gittiğini anlamayan Sophie’ye bu kayıtlara göz atıp bir fırsat tanımış bile denilebilir. Seyirci olarak bize de dalmaya inerken kurallara uymayan, belli ki ayrıldığı eşine “Seni seviyorum” diyerek vedasını eden, gelen sorulara verdiği boşvermiş cevaplarla hâletiruhiyesini sorgulatan, baba olmak için genç Calum’u seyretmek düşüyor. İçi çıkana kadar döktüğü gözyaşı, kızıyla paylaştığı yatakta ceset gibi uyurken bile hissedilen hüznü de ipuçlarımız oluyor.
Türkiye’de orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, doksanlarda yazın güneye gitme ayrıcalığına sahip olmuş akranlarımın tanıdık bulacağı ayrıntıların sayısı oldukça fazla. Otel odasındaki yatak örtüsünden akşam yemeğinde oturulan sandalyelerine, yakan güneşin zorladığı havuz başından deniz tuzunun iz yaptığı teknesine kadar hep o el sürülmemiş, sakin, klimaların bir odayı soğutmaya yetecek kadar güçlü olmadığı doksanlara net bir aşinalık var. Charlotte Wells’in yolu belli ki Candan Erçetin’in Gamsız Hayat’ını olmasa bile Elbette ya da Çapkın’ını duyduğu meşhur bir köfteciden, köhne bir balıkçıdan geçmiş. Kendimi Callum’la Sophie’nin oturduğu bir masanın arkasında acaba nereliler diye ebeveynlerimle sohbetlerini yaptığım, çat pat yabancı dilimle anlamaya çalışarak söylediklerine kulak kabartırken hayal edebildim izlerken.
Gelelim filmi sevmeyenlere, daha doğrusu çoğunluk gibi aşka düşmeyenlere ses olacağım kısma… Aftersun, ikinci seyiri arzulayan ve hatta zaruri koşan bir durağanlıktan muzdarip. 100 dakikalık kısacık süresinin ilk üç çeyreğinde eskiciden aldığımız bir çalışma masasının içerisinden, masanın asla tanımadığımız eski sahiplerine ait video kasetler çıkmış da onları izliyormuşuz hissi hâkim. Ve bu öyküyü bir nebze ilgi çekici kılacak bağlayıcı parçaların hepsini finaline bırakmış Charlotte Wells. Calum, otelin daha çok ziyaretçi ağırlayan kısımlarındaki özenmişlikten nasibini almamış bir koridorda direkt kameraya bakarken, o ana kadar izlediğimiz her şey arasında bir anlam bütünlüğü kurmamız isteniyor. Alelade bir yaz tatilini gözlemlediğine dair inancımızın aniden yıkılmasını rica etmesi sorun değil tabii ki de. Yalnız soğumuş ana yemeğimizden önce aç misafirlerin artık dibini sıyırdığı mezelerle saatlerce beklemişiz gibi hissediyorum. Yorucu ritimsizliğinin ardından yalnızca bitiş çizgisinde aksiyon alması da, duygusal olarak bağ kuramadığım Aftersun’ı başımın üstünde taşımama yardımcı olmadı benim için. Benim hafıza, bilinç, hatıra tartışmamda, seçtiği uzun ve kişisel yol sebebiyle, depresyonun tokluğuyla ezilen bu hikâyenin yeni ufuklar açan bir karşılığı yok.