Eleştiri
Knock at the Cabin
Shyamalan’ın okuduğu anda keyiflendiğinden emin olduğumuz, sınırları belli bir konsepte sahip filmin uyarlandığı roman. Aile bağlarının kutsallığıyla ilgili bağnaz fikirlerini, yine bir çeşit kurban matematiği içerisinde deneye tabi tutuyor. Knock at the Cabin’in kalbinde öylesine büyük bir vicdani ikilem var ki, her yerden okumak mümkün. Öncelikle eşcinsel bir çifti konu alması ve filmin içerisinde de kısaca söz konusu edilen travmalarını düşündüğünüzde eve ansızın gelenlerin sağcı, homofobik, şiddet yanlısı, inanç kölesi insanlar olarak kodlanması bir tartışma açıyor. Ardından cinsiyeti, yönelimi denklemden çıkararak insan olmaktan geçen bir yerde, yaşama fikrine duyduğumuz açlığı sorguluyor radikal bir tavır alarak. Bir taraftan, uzun ve açıkçası zamanın nasıl geçtiğinin çok da iyi ifade edilmediği (güneş batınca kamera hiç açılmamış) karar sürecinde, kimliksizleştirmenin tüm o ikna sürüncemesine nasıl etkidiği de konuşulabilir belki. Ama Shyamalan’ın uzun yıllardır risk namına aksiyon almadığı düşünüldüğünde, bu sohbetlerin de hızlıca ömrünü tükettiğini tahmin edebiliyorsunuzdur.
Knock at the Cabin’le birlikte emin olduğum tek şey, Shyamalan’ın kim olursa olsun karakterlerini çok sevdiği. Burada da hem kalemiyle, hem de kamerasıyla en az ekran süresine sahip olana bile fazlasıyla cömert davranıyor. Aile olmaya dair bahsini ettiğim fanatikliğinin bir parçası bu. Adı konmamış her türlü ortaklığın, birlikte hayatı paylaşmak fikrine bağlılığının bir yansıması. Bizi birbirimize yakın kılanın ortak değerlerimiz olduğunun altını çizen, epey muhafazakâr tondaki finali de bunu kanıtlar nitelikte. Gönül, tarafların hayattan daha büyük tartışmalara girebildiğini görmek isterdi elbette. Hikâyenin merkezindeki üçlünün birbirlerine duyduğu koşulsuz sevgi kadar, misafirleriyle yozlaştıkları başlıklara yer verilmemiş çünkü.
Sorunlarının temelinde ise muallak harici bir gerilim yaratamaması yatmakta. Hep hazzın doruğuna birkaç adım kala geri çekiliyormuş gibi Shyamalan. Esasında hepi topu yedi karakterle, hepsinin gelişimine dair çok da iyi prova edilmiş bir oyun koymuş sahneye. Ben Aldridge, Jonathan Groff, Dave Bautista başta olmak üzere filmin miniği Kristen Cui ve kısacık sürede seyirciyi avucunun içine alan Abby Quinn ile Nikki Amuka-Bird’ün performansları oldukça kuvvetli. Ancak iyi gözükmeyen efektler, tüm o keskin atmosferin içerisinde seyir zevkini sekteye uğratan televizyondaki yapay görüntüler, bunların da üstüne bir banyo perdesi dışında nemalanamadığı kıyamet kasvetiyle birlikte düştükçe düşüyor filmin ivmesi. Daha büyük bir film olmasının önündeki engel Shyamalan’ın artık bulamadığı bütçe mi, yoksa yerinde yeller esen yaratıcı zekâsı mı emin olamıyoruz.