Eleştiri
#istfilmfest42 Günceleri Vol. 2
42. İstanbul Film Festivali’nde büyük sona yaklaşırken uzun uzun yazmaya takatimin bulunmadığı filmleri ikinci ve son “Günceler”de ağırlıyorum bugün. Derhal herkes gardını alsın, çünkü minik de olsa saldırıya geçebilirim…
Çağımızın en iyi oyuncularından Franz Rogowski’nin başrolünde yer aldığı Disco Boy, Fransız pasaportu edinmek üzere Yabancı Lejyonu’nda görev alan Belaruslu Aleksei ve arkadaşının hikâyesi olarak başlıyor Beau Travail’i epey hatırlatan anlarla. Acı bir şekilde sınırdaki nehri geçerken yol arkadaşını kaybeden Aleksei, Nijer Deltası’nda bir göreve gönderiliyor. burada petrol devlerine karşı savaş açmış gerillalarla da yeni bir aks daha açılıyor Disco Boy’un hikâyesinde. Giacomo Abbruzzese’nin ilk filmi olma özelliğini taşıyan yapımın üç büyük kozu mevcut. Bunlardan birincisi tabii ki de Rogowski’nin perdeyi delip geçen karizması. İkincisi bakmaya kıyamadığımız her filmin altına imzasını atan görüntü yönetmeni Hélène Louvart. Üçüncüsü ise filmin temposunu belirleyen Vitalic müzikleri. Ancak elinin güçlü olduğu alanları başka meziyetlerle beslemek konusunda başarılı bir film değil Disco Boy. Çatışmaları hep basit zıtlıklar üzerine inşa edilmiş, Amerikalı muhabirin yer aldığı kısım gülünç derecede ilkel, savaş sonrası PTSD’si hem görsel hem de içerik açısından çok tanıdık, çok denenmiş… Bununla birlikte siyah Afrikalı kadın bedeninin, beyaz Avrupalı karakterin kişisel dönüşümünde mistik bir araç olarak kullanılmasına da geçit vermememiz gerekir diye düşünüyorum.
Her ne kadar gösterime gelen oyuncuları, film bittikten sonra Slow’un aseksüellik nedir, ne değildir tartışmasında söz sahibi olmak istemediğini iddia etse de temsiliyet namına epey değerli bence Litvanya yapımı film. Sundance’in Dünya Sineması/Kurmaca bölümünü En İyi Yönetmen Ödülü alarak tamamlayan Marija Kavtaradze, dansçı Elena ve işaret dili tercümanı Dovydas’ın kurduğu bağ üzerinden bugünün ilişki pratiklerini incelemeye koyuluyor. Elena, hislerini bastırmaktan hoşlanmayan, bedenini kendinden sakınmayan bir kadın. Dovydas ise kim olduğunu, ne olduğunu çözmüş ve kelimelerle arası çok da olmayan aseksüel bir erkek. Yönelimi merkeze yerleştirmediğine dair bir takım beyanlar okumak mümkün elbet; fakat Slow iki ana karakter arasındaki iletişimin bütün sınırlarını bunun üzerinden çiziyor. Aseksüelliği ete kemiğe bürüyor, aseksüel biriyle ilişkilenmekte zorlanmak da mümkün diyor diğer taraftan. En önemlisi de seksin olmadığı bir birlikteliğin günümüz şartlarında ne kadar mümkün olduğunu, cinsel uyumun yerini sorguluyor. Bedensel ihtiyaçların kolayca karşılanabildiği, hele ki işinde de vücudunu enstrüman olarak kullanan birinin bu kontekst dahilindeki mücadelesini inceliyor. Sonuç ne olursa olsun, yönetmenin esas motivasyonunu da isimlendirememekle birlikte, pozitif bir örnek koyduğu için bile izlenmeye değer bence Slow. Duygular üzerine bir sinema dili inşa etmek konusunda da bir hayli başarılı Kavtaradze.
42. İstanbul Film Festivali’nin eleştirmen favorisi Here, Berlin gediklilerinden Bas Devos’un yeni filmi. Sinemasında Chantal Akerman ve Apichatpong Weerasethakul’a öykünen Devos, Karşılaşmalar bölümünden En İyi Film ve FIPRESCI ödüllü yeni filmi Here’da inşaat tatilinin başlamasıyla Belçika’dan memleketi Romanya’ya dönmek üzere olan bir işçiyi konu alıyor. Uzun tatili öncesi uykusuzluk problemi sebebiyle günlerini yürüyerek, dostlarını ziyaret ederek, buzdolabındaki son malzemelerden çorba yaparak geçiren Stefan’ın yolu bitkiler üzerine çalışan bir akademisyenle kesişiyor, Devos’un meselesi de tam burada devreye giriyor. Etrafımızda dikkatimizi dağıtan sayısız uyarandan sıyrıldığımızda gündelik uğraşların hayattaki yolumuzu nasıl da değiştireceğini söyleyen, doğaya, öze dönüş filmi bana kalırsa Here. Etrafımızdaki tüm bu kargaşanın bir şey ifade etmesini diliyorsak bunu anlamak için mevcudiyetimizin ne kadar da küçük bir alana tekabül ettiğini anlamak gerek diye de ekliyor hatta. Garip bir şekilde biz anlamsızlaştıkça, hayat da anlamlanıyor Devos’a göre. Ya da nafile çabalardan sıyrılmak ağırlığını hafifletiyordur kim bilir. Ama işte bir filmi çekmeye, bu filmi yalınlaştırmak için ekstra çaba sarf etmeye vakit ayıran, gösterdiği eforu da saklayamayan birine neden kulak kesilmeliyim kısmında hep sıkıntı yaşıyorum açıkçası. Devos’la daha önce tanışmış olsam, benim için yapılmadığını bildiğim bir film olduğunu öngörür izlemezdim muhtemelen. Neyse, bir dahaki sefere es geçmek sözüm olsun.