Dizi Eleştirisi
Ted Lasso (3. Sezon)
Bir reklam çalışması için yaratılmış Ted Lasso ismindeki karakterle ilgili olarak dizideki rol arkadaşları Brendan Hunt ve Brett Goldstein’le kafa yoran, kamera arkasında kalmayı seçen Bill Lawrance ile Joe Kelly’i de yanına alan Jason Sudeikis, dönüp baktığımızda sadece televizyon dünyası özelinde değil, toplumca maruz kaldıklarımızla alakalı önemli bir hatırlatma olarak yerini alacak tarihte. Tıkanmış bir damarı açarken görsel medyanın kitlesel etkilerini küçümsemememiz gerektiğini fark ettirdi. İzleyip de sevgiden başka bir dil kullanmayan insanlara dönüştük demek mümkün değil elbette; ama final bölümünde de konuşulmuş “mükemmellik” tarifiyle ilgili uzun bir kompozisyon yazdı sanki. En iyi olmak mümkün değil dedi. Derdin olunca sor, anlat, danış, dinle, uygula diye buyurdu kısaca. Yerimiz tatlı bir İngiltere kasabası olsa da nezaketi hiç unutmayan, farklılıklarıyla birbirine sıkı sıkıya sarılan karakterlerle evrensel olana açtı kapıyı.
Bu kadar ballandırarak anlatmamın ardından üç seri olarak tasarlanmış hikâyesine koyduğu noktayla ilgili pek de parlak şeyler söylemeyecek olmak kalbimi kırıyor açıkçası. Ted Lasso, başladığı günden bu yana hiçbir şeyi karmaşıklaştırmayan, göndermeler yaptığı romantik komedileri de kendi işleyişinde örnek formüller olarak kullanan bir dizi. Yalınlık fikrine duyduğu bağlılık sayesinde de etkileri büyüdü zaten. Her yaştan, her kesimden seyircisini can evinden yakaladı. Ancak bu adanmışlık uzun vadede dizinin elini zayıflattı, ligden düşürdü. Üçüncü sezon, kamu spotu tadındaki söylemlerin ev sahipliği yaptığı birden fazla bölümle kaçınılmaz olanı işaret etti sürekli. Ted’in yaralarının kapanmaması, Rebecca’nın geçmişini aşması, Keeley’e hayran beylerin onun için daha iyi insanlar olmaya çalışması yol haritamızda hep vardı. Ama bu uğurda parmak ucuyla tuttuğu bir göçmen/faşizm hikâyesi, en çiğ yollardan kırılmış closet kapağı, Nate’in aceleye getirilmiş geri dönüşünü izlemeyi beklemiyorduk.
Ted Lasso, karikatür olmaya birkaç adım uzakta duran bir düzenekle ayakta duruyordu, orası kesin. Okyanusun iki kıyısından aldığı mizah anlayışlarını tek bir potada (Ya da kalede mi demeliyim?) eritme kabiliyeti sayesinde dengeyi buldu hep. Ama bu sezon bağlanmadı yeni eklentiler, çemberi andıran hikâyelerin iki ucu da birleşmedi hiç. Rebecca’nın Hollanda macerasından tutun Keeley’nin Jack denemesine, nihai tablo için uydurulmuş tümsekler tüm sıradışılığıyla hayatın içinden olmayı başaran diziye suni ve yavan bir katman ekledi. O nazik, içten, naif ruhun yerini okul öncesi programları andıran yamalı bir didaktiklik aldı. Final bölümüne kadar da bir türlü çekip atamadık üstündeki kötü fikir muşambasını. Bu dizi zaten hep böyleydi ama biz çıkmazdayken insan olmanın temelleriyle, doğamızdaki ikilemlerle ilgilenen bir diziye zaaf edindik diyecek olanlardan da tek ricam Susam Sokağı’yla Ted Lasso’yu karıştırmamaları.
Sam’in babasının Rebecca’yla olan tatlı iletişimine, Dani Rojas ve Van Damme/Zorro kapışmasına, eksantrik karakterlerden Trent Crimm’i esas kadroya dahil etmesine sarılarak verdiği tatlı huzurla anmaya özen göstereceğim sanırım ben Ted Lasso’yu. Son sezonunda baskın renklerle dolu bir stadyum ve onun muhtemelen rutubet kokulu odalarında harcadığı zamanlardan akılda kalıcı kareler sağabilmiş olmasını da es geçmeyeyim. Şahitlik etmesi güç bir zaman aralığında destek çıktı, kolumuza girdi ne de olsa. Hakkını ödemek zor. Bir gün bizim de her sabah undan çok tereyağı barındıran şahane bir kurabiyeye masamıza getiren, Golden Retriever’ı andıran gözleriyle bizi hep doğruya çeken, bıyıkları hindistan cevizi yağı kokan, kalbi kocaman bir Ted’imiz olur umarım. Kulübümüz yok da, isterse cumhurbaşkanlığı koltuğuna bekleriz.