Eleştiri
Oppenheimer
Önceki Christopher Nolan filmlerinden farklı olarak Oppenheimer, diyaloğun ağırlıkta olduğu bir yapıya sahip. 70 mm IMAX’te deneyimlenmesi gerek diyerek reklamı yapılan projenin büyük bir kısmı minicik odalarda, sayısız erkeğin düşünce alışverişiyle geçiyor. Başrolde döktürerek kariyer performansını veren Cillian Murphy’nin yakın planların yıldızına dönüşen eşsiz kemik yapısı, Nolan’ın alıştığımız görsel şöleninin önüne geçmiş. Ancak ses tasarımı konusunda yine bıraktığımız yerde. Bası bol numaralarla Oppenheimer’ın öğrenciliğinden, Beyaz Saray tarafından aklandığı tarihe kadar kulaklarımızı meşgul ediyor. The Social Network benzetmeleri yapılsa da A Beautiful Mind-vari bir biyografiyle kariyerinde başka bir sayfayı açtığı da söylenebilir tabii. İki film öncesi Dunkirk’te bayrak sallamalı bir milliyetçilikten nemalandığı için bu sefer sol düşmanlığının dozunu kaçırarak dönemin bütün aydınlarını küstüren, hayatlarını bitiren bir politikayı taşlıyor anavatanından uzaklaşmış olmanın ferahlığıyla.
Gelelim filmin yarattığı ikircikli tansiyona… Tıpkı The Prestige’de olduğu gibi büyük bir gücün yanlış ellere geçmesi neticesinde olanları sahneye koyuyor Nolan. Burada tabii ki de perspektifimiz “büyük bir deha” üzerinden olduğu için vicdani sorgulama da beraberinde geliyor. Deneylerin yapıldığı sırada radyasyona maruz kalanların neler yaşadığını, Japonya’da ölen ve sonrasındaki tahribatla nesillerce etkilenen jenerasyonların asla gösterilmediği bir sorgulama ama bu. Tam Nolan’a göre. Prometheus benzetmesiyle tanrılaştırıp, belli ki kendinden de izler gördüğü bir bilim insanını arşa çıkararak inceliyor. Siyaseti bir araç olarak gören ve tıpkı ilgilendiği alanda olduğu gibi belli formüllere, teoriye sadık kalarak yapılması gerekeni yerine getiren Robert Oppenheimer’ın bedeninde insana dair bir iz bulabilmek mümkün değil. En azından Nolan’ın anlattığı biçimiyle. Dolayısıyla devranın döndüğü, kişisel hırsların Oppenheimer’ı vasıfsızlaştırdığı aralıkta da dilediği biçimde acımamızı sağlayamıyor bu adama. Merkezine koyulmuş gibi duran, yalnız bir türlü yer bulamayan hesaplaşma da atom bombasıyla birlikte buhara dönüşüyor.
Hatalarının farkında, ağırbaşlı, gururlu, vicdanlı, ahlaklı Oppenheimer’la kendini özdeşleştirdiği besbelli Nolan’ın. Anlatıcılığının kişiselleşmesinde adı pek bilinmeyen tetikçi kardeşinin de payı vardır elbette. Fakat keşke bunlar yerine öyküsüne işleyen düğümler yazmayı, üç saate sayısız film sığdırmak yerine onları bütünleştirmeyi ve bunlarla birlikte kadın karakter yazmayı öğrenmek için çaba sarf etseymiş diyerek tamamladım ben seyrimi. Emily Blunt’tan Florence Pugh’a, tüm sevişme sahneleri ve çatışmalarında sürekli kadınlarına ağlak, alkolik ya da şirret olmaktan başka alan tanımayan eşsiz bir sığlık mevcut. Buradaki talebim tarihi değiştirmesi, Nolan’ın bir kadın başrol yazması bile değil. Böyle yazacaksa kadınları öykülerine hiç alet etmesin tarafındayım ben artık.
Oppenheimer’ın en büyük problemlerinden biri de odağını bulmakta güçlük çekmesi. İçerisinde birden fazla film barındırıyor. Kimi zaman Amerikan hükümetinin geçmişindeki kara lekeleri meydana çıkarma arzusu baskın geliyor, kimi zaman kendi buluşunun ağırlığı altında omuzları çöken tarihteki dahilerin resmî geçidine evriliyor, kimi zamansa Hitler karşısında tek yürek olan (!) dünyanın diğer yarısının kötüyle kötüleştiği yıllara kafa yoruyor. Hepsi tek bir potada eriyemeyince de gülünç diyalogların yegâne anlatı aracına dönüştüğü ve seyircisine salak muamelesi yapan hatırlatma niyetli minik flashbacklerle kimden bahsedildiğinin sürekli altını çizen parça pincik bir film kalıyor geride. Robert Downey Jr’ın elinin açık edildiği, JFK anekdotunun geçtiği ritimsiz kreşendo da filmin başaramadıklarının mikro bir özeti gibi. Tam olarak yapabildiği ne var Oppenheimer’ın emin olamıyorum bu yüzden. Değil yeni bir yetisini daha sergilemek, Nolan’ın üstesinden gelebildiğini bildiklerimizi tekrar edebildiği tek bir ana rastlamak mümkün değil zira filmde.
Bariz tempo problemleri ve temel yapıtaşı diyalog olmasına karşın bu konuda elinin zayıf kalmasıyla Oppenheimer, tabii ki de büyük bir sinema olayı ve Trump sonrası Amerika’nın da ihtiyaç duyduğu, tarihindeki yanlış anlaşılan kahramanlara tıpkı filmin de altını çizdiği gibi kendilerini iyi hissetmek için saygılarını sunan bir biyografi. Yapılmasının altındaki amaçlar, Nolan sevenler ve sevmeyenler tarafından uzun uzadıya eleştirilecektir. Hollywood’ta devam eden grevlerden önce bağıra çağıra tanıtım yapabilmiş son film olmasının ekmeğini de Oscar sezonunda yiyecek mi, hep birlikte göreceğiz.
Pingback: 96. Akademi Ödülleri – Son Aday Tahminleri: Part I - Oscar Boy