Dizi Eleştirisi
The Bear (2. Sezon)
İkinci yılına geçen her dizinin sabit özelliklerine sahip tabii ki The Bear da. Mesela geçtiğimiz yaz yayınlanmış ilk sezonda başı sonu belli bir hikâye anlatma derdi her daim hissediliyordu. Bu defa ise devamının geleceğine dair bir bilinç hakim olduğundan hiçbir cümlesine nokta koymak gibi bir endişe taşımıyor. Dolayısıyla hem tekil bölümler, hem de sezonun bütünü hep bir açık kapı bırakıyor ardında. Tempo konusunda da ilk beş bölüm aynı dünyayı yeniden kurmak ve bir nebze olsun hatırlatmak, içindekileri de iyice tanıtmak namına daha ölçülü hareket etmiş The Bear’ın yaratıcısı Storer. Olivia Colman’ın canlandırdığı Chef Terry sürprizi, restoran açılmadan beş sene önceki bir Şükran Günü’ne giden kaotik bölüm ve finale saklanan kreşendoyla ise tek planda çekilen “Review” bölümünü aratmayan bir yere sürükleniyoruz. Yine deli fişek, yine yarınları düşünmeyen, yine seyircisini de adrenalinine ortak eden bir agresiflikle baş döndürüyor kamera. Oyuncu kadrosunun (Ebon Moss-Bachrach’a dikkat!), hiç teklemeyen performansları da cabası.
Storer, bu disfonksiyonel mutfak ahalisiyle aynı tarafta durmamız için de ayrı bir özen göstermiş. Richie eskisi kadar itici ve zor biri değil örneğin. Evladına iyi bir baba olma motivasyonuyla Taylor Swift şarkılarına eşlik edip, takım elbiselerini giyiyor, kırdığı kalpleri onarmaya çalışıyor. Sydney’in ayakları da yere daha sağlam basmış mesela bu sezon. İdealleri için gözünü karartabileceğine olan inancımızı biraz olsun sindiriyor ve gerçek bir insan olduğuna ikna ediyor o çocuksu hevesiyle. Merkeze Carmy geçtiğindeyse daha gürültülü bir melodi ilişiyor kulağımıza. İlk sezonda zamanla yarışan ana karakterin, başkalarına sahip çıkarken kendini es geçtiğinin altı epeyce çizilmişti. Şimdiyse söylediklerine kanıtlama evresine geçiyor The Bear. Bir noktada ağabeyine dönüşme ihtimali bulunan Carmy’i hassas karnından yakalayıp, savunmasız hâlinde incelemeye koyuluyor. Kimi zaman bir kadın – erkek dinamiği içerisinde, kimi zamansa işler tersine gittiğinde dönüştüğü kişiyi gözlemleyerek.
The Bear’ı şu açıdan da çok seviyorum; bir aksiyona bağlı, olay bazlı bir dizi değil aslında. O anksiyeteye dolanmış varoluş azabının nefes aldırmayan bir iş ortamında etüt edilişinden ibaret hatta. İlla ki birkaç adım daha fazla atabildi diye sevindiğimiz üyeleri var mutfaktaki ailenin. Ancak karakterlerini merceğin altına alarak, onları bugüne getiren detayları kazımaya başladığında kıymetleniyor biraz da dizi. Belki bu yüzden, Şükran Günü bölümünün hem eleştirmenlerden, hem de dizinin hayranlarından tam not alması. Jamie Lee Curtis’in Oscar’ının boşuna olmadığını hatırlatan performansın eşliğinde Bob Odenkirk, Sarah Paulson, John Mulaney ve Gillian Jacobs’ı sığdırıyor bir odaya. Oradan da bizim kültürümüzde, kandaş terörünün en çok hissedildiği bayramlara denk gelen bir travmayı sergiye koyuyor. Canını sıkmak isteyene malzemesi bol bir çığırışın içerisinde Carmy ve Mikey için hazmı zor bir günü seyre koyuluyoruz.
Aldığı övgülerin hakkını veren The Bear’ın buradan hangi yöne gideceğini kestirmek çok güç değil. İki sezonluk daha öngörülebilir malzemesiyle, muhtemelen hiç de mutlu noktalanmayacak bir yere sürükleyecek bizi belli ki. Ama zaten muhteva ettikleri değil de, bunları sahneye koymayı seçtiği yol bütün övgüleri alan. Storer, ister istemez kısa sürede kaosun kitabını yazan Safdieler ile kıyaslandığı yolculuğuna devam ederken başından sonu belli mutlak sona sürükleneceğiz biz de. Zevk veren karın ağrılarımız, kendi aile travmalarımızı hatırladıkça azan başımız ve film kalitesini çoktan aşıp geçmiş bir dizideki hikâye anlatıcılığına duyduğumuz hayranlıkla…