Eleştiri

Dolunay Katilleri – Killers of the Flower Moon

Yayınlandı

on

Yönetmen: Martin Scorsese | Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Robert De Niro, Lily Gladstone, Jesse Plemons, Tantoo Cardinal, John Lithgow, Brendan Fraser, Cara Jade Myers, JaNae Collin, Jillian Dion, Jason Isbell, William Belleau, Louis Cancelmi, Scott Shepherd, Everett Waller, Talee Redcorn, Yancey Red Corn | Senaryo: Eric Roth, Martin Scorsese (uyarlama), David Grann (kitap) | ABD | 206′ | Dram, Suç, Tarih

Oklahoma’da yaşadıkları toprakların petrol bakımından verimli olması sayesinde zenginleşmiş ve kısa zaman içerisinde açgözlü beyazların hedefi hâline gelmiş Osage halkının ABD içki yasağı dönemine denk düşen elim geçmişini anlatıyor Dolunay Katilleri. Yerlilerle komşuluk ilişkisini sağlam tutan çiftlik sahibi William Hale (Robert De Niro), askerden dönen aptal ve yönlendirilmeye müsait yeğeni Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio) yardımıyla, varlıklı ailelerden birinin mirasçısı Mollie’yi (Lily Gladstone) gözüne kestirerek gelini olarak ailesine alıyor. Sonrasında da düpedüz planlı bir soykırım, tarih kitaplarının yazmadığı bir kıyım başlıyor David Grann’ın aynı adlı kitabından Martin Scorsese tarafından uyarlanan Killers of the Flower Moon’da. Büyük güç sahiplerinin bulundukları mevkilere gelmesinde rol oynamış iki numaralı adamların, tabir-i caizse maşaların hikâyelerine her daim ilgi duymuş usta yönetmenin çok da alışık olmadığı sularda değiliz kısacası. Filmin tanıtımı sırasında her ne kadar orijinal materyalden farklı olarak bütün meselenin ortaya çıkmasını sağlamış FBI teşkilatı ve operasyonun başındaki görevlileri merkeze almadığını, Osage halkına alan açtığını dile getirse de, sonuç tam söylediği gibi değil. Mağdurdan taraf dururken, yine sıradan ve dümdüz kötülüğe gömülmüş olanı, kamerasıyla tartakladığı bir maşayı ana karakteri ilan etmiş Scorsese. DiCaprio’yla altıncı, De Niro’yla onuncu, filmlerinin müziklerini besteleyen ve henüz kaybettiğimiz Robbie Robertson’la on birinci kez bir araya gelen yönetmenin yeni epikinde tematik bir değişmez bulmak mümkün dolayısıyla. Ancak The Wolf of Wall Street’teki kapitalizm vandallığını, Gangs of New York’taki tarih dersinin eşsizliğini andırsa da, biçimsel olarak Kundun ve Silence’ın izinden giden, Scorsese tarafından yapıldığına ikna olmak için seyircisini aceleye getirmeyen bir film var bu defa karşımızda.

Kocaman setlerini, göz boyamayan ama emekle yaratıldığı belli kostümlerini büyük bir ölçekte görüntülemeye özenmiş kamerasıyla alışık olmadığımız bir maceraya çıkıyor denemez Scorsese için. Ana akım sinema seyircisine koltuğunda rahatsız hissettirmeyi amaç bellese de kural bozuculuğunu parçalar hâlinde kullanan usta, başından sonu belli bir düzeneği izletiyor bu defa bizlere. Her karakter, sahneye girdiği anda bütün kartlarını açıyor. Daha görünmeden sesiyle kaybettiği yurttaşlarına nefes olan Mollie’nin gerçeği bulma konusundaki inadını, Ernest’ın dilinden düşürmediği para için ruhunu bile satabileceğini tanıştığımız anda anlıyoruz. De Niro’nun canlandırdığı “Kral” amca da kapalı kapılar ardında hain planlarını yapıyor olsa dahi, vücut diliyle açık ediyor o pervasız tamahkârlığını. Bu sebepten pek bir sürpriz bırakmıyor Scorsese bize. Kitabı okumasak da, yazgılarını ezber etmesek de kaçınılmaz finale giderken karşılaşacaklarımızı az çok kestirebiliyoruz.

Dolunay Katilleri, bir Scorsese filmi olduğunu belli etmek için sayfalarını karıştırdığı kitapta kaybolmamıza izin veriyor öncelikle. İnsana has o göz karartan doyumsuzluk yine kanlı canlı bir karakter öyküsünde. Fakat midesini deştiği, kafa derisini yüzdüğü, küle çevirdiği bedenlerle dolu Amerikan tarihinden pek hoşnut değil bu defa. Bastığı topraklardaki huzursuzluğu ele alırken tüm o alengire, toplumun değil bireyin kaanatine bırakılmış suçların cezalarına, şiddetin toksik erkek kırılganlığındaki yansımasına duyduğu hevesin yerini bariz bir suçluluk duygusu almış. Buna rağmen yine de mikrofonu ölenlere uzatmıyor oluşunun bir bahanesi yok elbette. Sadece yer aldığı çağa her daim yön vermiş usta yönetmenlerin de çevrelendikleri politik ve sosyal iklimden bu denli esinlenmesine şahitlik etmenin, bunun tezahürünü görmenin büyüleyici bir tarafı var. Killers of the Flower Moon bana kalırsa biraz da yazılmamış tarihin yutkunması güç acıtıcılığı ve sinema tarihine dair özverili bir adımı buluşturduğu için böylesine dev bir geri dönüş alıyor.

Çağımızın en önemli, Amerika’nın da yaşayan tartışmasız en iyi sinemacısı Martin Scorsese. 81. yaşına adım adım yaklaşan usta eskisi kadar genç ve dinç olmadığının da farkında, hatta bunu dile de getiriyor. Filmin bu anlamda muhatabıyla kurduğu bağın öykünün önüne geçmemiş olması mühim bir detay aslında. Bir veda mektubu yazmaya koyulmamış olsa da, içerisinde en fazla bir film daha kaldığını her fırsatta söyleyen Oscar ödüllü yönetmenin kimliğinden ve anlı şanlı filmografisinden bağımsız ele alınamayacak bir üretim Dolunay Katilleri. Her şeyi ayrıntısıyla göstermek ya da siyah ekran üzerinden okutmak yerine, tarihini anca eğlencelere konu olduğunda dikkatle dinleyen coğrafyasının bilinciyle sahneye çıkıyor hatta. Öyle dokunaklı, tarifi imkânsız bir bağ kuruyor ve Osage halkına yönelik katliamın mağdurlarından kendince öyle bir özür diliyor ki mikrofon başındayken, sabitlerine sıkı sıkıya bağlı filminin günahlarını da affediyoruz bu sayede. Scorsese’nin kim olduğunu unuttuysak da o an hatırlıyoruz. Kurduğu birkaç cümle sırasında boğazı düğümlenen, gözleri yaşlanan ustayla geçmişi silinmiş her kalabalığın ahı duyuluyor sanki perdeden.

Dolunay Katilleri, yılın sinema olaylarından biri olarak sayılabilecek, bir Scorsese filmini perdede izleme şerefine nail olmanıza önayak olan bir destan özetle. Certain Women’la ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunun sinyallerini veren Lily Gladstone’un esi bol ve ekonomik performansı, Leonardo DiCaprio’nun leziz ve alık mevcudiyeti, De Niro’nun mesai harcadığı belli nefis ve detaylı oyunu da kötülüğün banalliğine getirdiği tanımı zenginleştirmiş adeta. Üç lokomotif oyunculuk şovunun üzerine Scorsese’nin filmini ithaf ettiği kadim dostu Robbie Robertson’ın müzikleri de eklenince, Hollywood usulü dört başı mamur bir epik olarak anılmasının hakkı verilmiş. Perspektifteki eşitsizlik, Brendan Fraser’ın sihir ve sinir bozan yükselişi de olmasa Scorsese filmografisinin zirvesine daha da yaklaşabilirmiş Killers of the Flower Moon.

1 Comment

  1. Pingback: 96. Akademi Ödülleri – Son Aday Tahminleri: Part I - Oscar Boy

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version