Eleştiri
All of Us Strangers
Gökyüzünün turkuazını ve turuncusunu filminin her yerine bulayan Andrew Haigh, bir hatıra trenine binmiş All of Us Strangers’da. Giderek daha da güzelleşeceği yerde çirkinleşen, ihtilafların arttığı dünyamızda dün ve bugün kuir olmak üzerine de bir sohbet açıyor. Öncelikle birbirlerine dokundukları anda kıvılcımların uçuştuğu iki gay üzerinden yapıyor bunu. Kuir kelimesinden çekinen eskilerle, kendini şemsiye terimler harici bir kelimeyle ifade etmeyi garip bulan yenileri Andrew Scott ile Paul Mescal’ın karakterleri üzerinden yüzleştiriyor. Adam, yaşça büyük olmasına rağmen çocukça bir utangaçlık taşıyor üzerinde. Çünkü okul yıllarında gördüğü zorbalığı üzerinden atamamış, ailesini kaybetmiş olmasından sebep yarıda kalmışlığın hüznü her yerine nüksetmiş biri o. Harry’nin de yine çocukça sayılabilecek, örtülü de olsa bir cesareti, sevmeye sevilmeye duyduğu neşeli bir bağlılık var sanki. Tarifi imkânsız nitelikteki uyuşan kimyalarının üstüne iki jenerasyon arasındaki kontrastla da kuir izleyicisinin aşina olduğu bir kapı aralanıyor.
Adam’ın yüksek sesle dile getiremedikleri, yalnızca hayatına ansızın giren komşusu/erkek arkadaşı yardımıyla açığa çıkmıyor tabii. Bir de öldükleri günün bedenlerine hapsolmuş ebeveynlerinin hayaletleri var, ki Andrew Haigh’in anlatısında can alıcı kuvvet de tam olarak buradan doğmakta. Bilhassa kendi çocukluk evinde çektiği, Claire Foy ve Jamie Bell’i içeren kısımda kalbimizi kırmaya niyet ediyor. Annesine gay olduğunu söylediğinde o alıştığımız, “Biz zaten biliyorduk.” geçiştirmesini izletmiyor Haigh. Yetişkin olana kadar kim bilir kafasında kaç defa döndürdüğü, ebeveynleri yaşasa nasıl açılırdı senaryolarını teker teker elden geçirdiği sohbet bir anda ete kemiğe bürünüyor. Adını bilmediğimiz annesi yalnız, çocuksuz ve neredeyse anlamsız bir hayat yaşamasından korktuğunu söylediği oğlunu hazırlıksız yakalıyor. Sonrasında bu konuşmanın bir de babaya denk düşen tarafını görüyoruz. Bu sefer onay ihtiyacının hissedildiği bir açılma yok. Eşcinsel olduğu için gördüğü zorbalığı biliyor olmasına rağmen susmasını, geceleri odasında ağlarken bir kez olsun nasıl olduğunun merak edilmemesini sorguluyor Adam. Kırılıp yeni içinde kalmış kolunu 12 yaşından beri ilk kez güneşe çıkartıyor, yaralarını ebeveynlerinin gözüne sokuyor.
İki büyük ağırlığın altında ezilmiş biri Adam. Birisi, onu dünyaya getiren insanları erkenden kaybetmenin acısı. Kim olduğunu, nasıl birine dönüştüğünü anlatmaya öyle aç kalmış ki onlara kendini ifade edemeyine bir başkasına içini açmanın da bir kıymeti kalmamış. Diğeri ise çok küçük yaşta kuir kimliğinin kabulüyle gelen zorluklar. Okul bahçesinde geçilen alaylar, fiziksel ve sözlü tacizler, nedenlerini sorguladığın varoluşunla barışamamanın getirdiği o öfke… Ve ikisi de yalnızlaştırmış, büyük bir his denizinin içerisinde uyuşturmuş Adam’ı. Hep bir “Acaba?” fikrine hapsolup kalmış. Beni tanısalardı nasıl olurdu? Gay olduğumu bilselerdi ve bana destek çıksalardı benliğim ne kadar değişirdi? Kağıtta kalan ya da zihninin bir köşesine sıkışan diyalogları, hayalet de olsa ebeveynleriyle kurabilmek sevgiyi kabul etmek üzere bir iyileşme sağlıyor bu sebeple Adam’da. Yalnızlığa dair kabulünü aşıyor, duvarlarını indiriyor.
Andrew Haigh’in filmini kişisel bir yerden beslediğine şüphe yok. Seksenli yıllardaki dekorasyonuyla kalan ev, annesinin tam da o döneme ait duran saçları, Adam’a giydirdiği pijama takımı, müzik seçimleri derken otobiyografi muamelesi gösterilebilecek bir samimiyeti hep ön planda tutuyor. Tıpkı kitaptaki gibi muğlak bıraktığı hayalet fikrinde hiç yaşanmayanı etüt etmekle ilgili terapilik bir taraf da var hatta. Filmin kuir seyircisinde yıkıcı etkiler bırakması da bu yüzden. Bizi bizden önce tanıyan zorbalarımız, kendimizle barışmamız ve sonrasında da ailemizle yüzleşmemizden oluşan farkındalık sürecini birincilleştirmese de elzem bir tema olarak kullanmış. Travmalarımızı ayıklıyor, kolektif bir acının sergisine çıkarıyor. Hem de kanırtmadan, “Velev ki böyle bir şansın var.” diye fantezi ürünü bir tertibat sunarak yalnızca.
Delip geçen duygusunun yanında oyuncularından aldığı fevkalede performansları da bir kat daha cila çekmiş All of Us Strangers’a. Başta Andrew Scott’ın geçmişi bırakmayı bilmeyen, erkenden büyümek zorunda kalan Adam olarak ortaya koyduğu performans, Paul Mescal’ın kalbimizi milyonlarca parçaya ayıran melankolik varlığı, Jamie Bell’in usturuplu babacanlıkla buluşturduğu karakteri ve hepsinin üstüne kariyerinin en iyi işini ortaya koyan Claire Foy’un düşündüğümde bile gözyaşlarına boğan anne rolündeki oyunu. Tüm parçalar doğru zamanda bir araya gelmiş, tam da olması gerektiği yerden birleşmiş hissiyatı oyuncu seçimleriyle de pekişiyor.
En kişisel, en kreatif olandır sözünü doğrulayan yapısıyla 21. yüzyılın yepyeni kuir başyapıtı All of Us Strangers. Duygusal yatırımımızı boşa çıkaran birkaç seçimi, boğazınızdaki düğümü büyütecek finalini eleştiren sesler illa ki çıkacaktır. Sadece dokunduğu yerin yanına yaklaşan film sayısının bir hayli az olduğunu unutmamak lazım. Nihayetinde söylediklerinin kuir olmayana da dokunacak bir anlamı var. Acı veren korkularımızı bir kalkan değil, yüzleşip vücudumuzun bir parçasıymış gibi korumadan taşımamızı buyuruyor ne de olsa. Marifeti de kulağa sıradan gelen bu söylemini dallandırışındaki biriciklik ve servis edişindeki incelikte.