Eleştiri
Çocuk ve Balıkçıl – The Boy and the Heron
Genzaburo Yoshino’nun 1937 tarihli How Do You Live isimli çocuk romanının ismini alsa da (Japonca adının tam karşılığı bu), yine kendi evrenini yaratmış büyük usta. Ve bu defa, önceki animasyonlarından farklı olarak tek büyüğün doğa değil, çizer/yaratıcının da aynı klasmanda yer aldığına dair bir kabul var filminde. İçeriğin Totoro’ya, seçtiği karakterlerin Spirited Away’e olan aidiyeti bu yüzden büyük önem taşıyor. Referanslarını anlatıcı pozisyonundan verdiğini asla unutturmuyor çünkü. Bir taraftan bilinmezi çok fablında kervanı yolda düzdüğünü de düşündürten bir düzensizlik mevcut. Başlangıç noktasıyla bitiş arasındaki her şeyi çizim yapmak üzere masasının başına oturduğunda tasarlamış sanmanıza yol açan bir kafa karışıklığı, melankolisi varmış gibi. Fakat hiç hazırlanmadığını düşündüren yolculuğu da hayatın ta kendisi aslında. Acı tatlı bütün sürprizleriyle kabul ettiği, hayal gücü yetttiğince renklendirdiği, rotası spontane bir ömrün çetelesi tutuluyor ve hatta teşekkürü de ediliyor bu sayede. Tabii Mahito, Miyazaki’nin bir sonraki nesle uzattığı meşaleyi tutacak temsilcisi öyküsünde, geçmişten çıkıp gelmiş biri. Düştüğü müşkül durumlar, dünyanın her daim berbat bir yer olduğunu hatırlatıyor. Matem gibi beklenmedik acıların da bu kahrolası dünyada yeşerdiğinin altını çizerek kendi sırrını paylaşıyor.
Miyazaki’nin birkaç dekattır devam eden tanrıcılık oyununda bile isteye ve en direkt biçimde mütevazı tanrı rolünü üstlenişi, The Boy and the Heron’ın bütün koşuştumacası içerisindeki en kilit fikir bana kalırsa. Yasın içerisinde hoşgörüyü, hiddetin içerisinde kabullenişi bulurken dünyası devrilmek üzere olan ya da belki de ölüme tekabül eden bir karanlığa bürünecek anlatıcımız elindeki taşları devredeceği taze ve nazik ruhların arayışında. Dışarıdaki kaosun size değmemesini sağlama, tüm bu anlamsızlığın içerisinde bir hayat kurabilme gücünün bir taştan gelmeyeceğinin farkında elbet ama o taşları tutan ellerin gücüne güveni sonsuz. Çizen, kaleme kağıda tutunan, sahteliklerin içerisinde boğulmuş evrende hayalleriyle var olan o eller. Uzun ve temposuz prologu, Grimm Kardeşler’den mitolojik hikâyelere, yönetmenin bugüne değin ilham aldığı herkese ve her şeye dair bir yere çıkarken de yaratımı olanlara sımsıkı sarılarak, hayal gücüyle parmakları arasındaki bağa teşekkür ederek bağlıyor bütün kaosu.
Dümdüz bir matem ya da sorumluluklarla büyüme hikâyesi olarak alınsa da değerli bir film The Boy and the Heron. Taklitçilerinin dahi başlarını değdiremediği arşın esas sahibi olarak, 82 yaşında aynı heves ve kudretle anlatıcılığa devam edebiliyor olması takdire şayan. Hele ki bu kadar hüznü başka bir hüznün arkasına saklayabilmesi ve tattırdığı üzüntüye rağmen yolculukta ettiği yarenlikle coşku uyandırabilmesi, tam anlamıyla bir dehanın işi..