Eleştiri

Çocuk ve Balıkçıl – The Boy and the Heron

Yayınlandı

on

Yönetmen: Hayao Miyazaki | Seslendirenler: Samo Santoki, Masaki Suda, Aimyon, Yoshino Kimura, Takuya Kimura, Shōhei Hino, Ko Shibasaki, Kaoru Kobayashi, Jun Kunimura | Senaryo: Hayao Miyazaki | Japonya | 124′ | Animasyon, Macera, Dram

Sinemanın yaşayan ve üretmeye devam eden sayılı zamansız ustaları arasında sayabileceğimiz Hayao Miyazaki’nin yeni filmini sinema salonunda izlemek ne büyük şeref diye girmeliyim sanırım söze. Sanatını takdir edebilmek için otuzlarımı beklemek zorunda kalmış olmanın utancını her gün yaşıyor olsam da, geç kavuştuğum dehadan, filmini vizyona girdiği gün salonda izleyerek özür dilemiş oldum bence. Türkiye’de Çocuk ve Balıkçıl adıyla gösterime giren The Boy and the Heron, The Wind Rises’dan 10 yıl sonra gelen ilk Miyazaki yapımı. Son üç uzun metrajlısını da emekliliğe ayrıldığını söyleyerek vizyona sokan Miyazaki için yine bir sonu da temsil ediyor ayrıca. Her ne kadar Studio Ghibli yöneticileri, büyük ustanın şimdiden yeni fikirlerle stüdyonun kapılarını çaldığını söylemiş olsa da manasını inceleyince ayrılık çanlarının sesini duymamak imkânsız. Rüzgârın suratımıza doğru estiği, ahşap parke gıcırtısının kulağımızdan hiç eksik olmadığı, yine bütün hislerimizi harekete geçiren yeni Miyazaki harikası, annesini İkinci Dünya Savaşı sırasında Tokyo’daki bir hasteneye yapılan saldırıda yanarak kaybetmiş Mahito’nun etrafında dönmekte. Mahito’nun babası, vefatından sonra eşinin kız kardeşiyle bir birlikteliğe başlıyor ve oğlunu da alıp kırsalda yeni zevcesinin yanına yerleşiyor. İlk adımda hem stil hem de içerik olarak My Neighbor Totoro’ya bir hayli benzeyen The Boy and the Heron, ağaçların arasından çıkılan gizli dünyası, tarifi imkânsız canlıları ve yeniden bütün hissedebilmek uğruna yaptığımız fedakarlıklar, attığımız adımları ele alış biçimiyle iyice belirginleştiriyor bu benzer olma durumunu. Lakin balıkçıl kuşunun içine tıkadığı adamla, yaşlı gardiyanlarıyla ve öyküsüne layık tanrısıyla kendi anlatısından öte, kariyerine de işaret eden bir yola çıkıyor Miyazaki.

Genzaburo Yoshino’nun 1937 tarihli How Do You Live isimli çocuk romanının ismini alsa da (Japonca adının tam karşılığı bu), yine kendi evrenini yaratmış büyük usta. Ve bu defa, önceki animasyonlarından farklı olarak tek büyüğün doğa değil, çizer/yaratıcının da aynı klasmanda yer aldığına dair bir kabul var filminde. İçeriğin Totoro’ya, seçtiği karakterlerin Spirited Away’e olan aidiyeti bu yüzden büyük önem taşıyor. Referanslarını anlatıcı pozisyonundan verdiğini asla unutturmuyor çünkü. Bir taraftan bilinmezi çok fablında kervanı yolda düzdüğünü de düşündürten bir düzensizlik mevcut. Başlangıç noktasıyla bitiş arasındaki her şeyi çizim yapmak üzere masasının başına oturduğunda tasarlamış sanmanıza yol açan bir kafa karışıklığı, melankolisi varmış gibi. Fakat hiç hazırlanmadığını düşündüren yolculuğu da hayatın ta kendisi aslında. Acı tatlı bütün sürprizleriyle kabul ettiği, hayal gücü yetttiğince renklendirdiği, rotası spontane bir ömrün çetelesi tutuluyor ve hatta teşekkürü de ediliyor bu sayede. Tabii Mahito, Miyazaki’nin bir sonraki nesle uzattığı meşaleyi tutacak temsilcisi öyküsünde, geçmişten çıkıp gelmiş biri. Düştüğü müşkül durumlar, dünyanın her daim berbat bir yer olduğunu hatırlatıyor. Matem gibi beklenmedik acıların da bu kahrolası dünyada yeşerdiğinin altını çizerek kendi sırrını paylaşıyor.

Miyazaki’nin birkaç dekattır devam eden tanrıcılık oyununda bile isteye ve en direkt biçimde mütevazı tanrı rolünü üstlenişi, The Boy and the Heron’ın bütün koşuştumacası içerisindeki en kilit fikir bana kalırsa. Yasın içerisinde hoşgörüyü, hiddetin içerisinde kabullenişi bulurken dünyası devrilmek üzere olan ya da belki de ölüme tekabül eden bir karanlığa bürünecek anlatıcımız elindeki taşları devredeceği taze ve nazik ruhların arayışında. Dışarıdaki kaosun size değmemesini sağlama, tüm bu anlamsızlığın içerisinde bir hayat kurabilme gücünün bir taştan gelmeyeceğinin farkında elbet ama o taşları tutan ellerin gücüne güveni sonsuz. Çizen, kaleme kağıda tutunan, sahteliklerin içerisinde boğulmuş evrende hayalleriyle var olan o eller. Uzun ve temposuz prologu, Grimm Kardeşler’den mitolojik hikâyelere, yönetmenin bugüne değin ilham aldığı herkese ve her şeye dair bir yere çıkarken de yaratımı olanlara sımsıkı sarılarak, hayal gücüyle parmakları arasındaki bağa teşekkür ederek bağlıyor bütün kaosu.

Dümdüz bir matem ya da sorumluluklarla büyüme hikâyesi olarak alınsa da değerli bir film The Boy and the Heron. Taklitçilerinin dahi başlarını değdiremediği arşın esas sahibi olarak, 82 yaşında aynı heves ve kudretle anlatıcılığa devam edebiliyor olması takdire şayan. Hele ki bu kadar hüznü başka bir hüznün arkasına saklayabilmesi ve tattırdığı üzüntüye rağmen yolculukta ettiği yarenlikle coşku uyandırabilmesi, tam anlamıyla bir dehanın işi..

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version