Eleştiri

The Killer

Yayınlandı

on

Yönetmen: David Fincher | Oyuncular: Michael Fassbender, Tilda Swinton, Charles Parnel, Arliss Howard, Kerry O’Malley, Sophie Charlotte, Emiliano Pernía, Gabriel Polanco, Sala Baker | Senaryo: Andrew Kevin Walker (uyarlama), Alexis Matz Nolent, Luc Jacamon (grafik roman) | ABD | 118′ | Aksiyon, Suç

House of Cards’la Netflix’i hepimizin radarına sokan David Fincher, dizinin başladığı 2013’ten bu yana Gone Girl haricinde hiç uzak kalmadı dev dijital platformdan. Mindhunter, Voir ve Love, Death & Robots gibi dizilerin yanı sıra babasının senaryosundan filmleştirdiği Mank de burada yayınlandı. Şimdi de 80. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yapan The Killer ile yine Netflix üzerinden buluşuyor izleyicisiyle. Alexis Matz Nolent’in yazdığı, Luc Jacamon’un illüstrasyonlarını çizdiği Fransız grafik roman serisinden uyarlanan The Killer, Fincher filmografisine yabancı denemeyecek bir mevzuya sahip. Yetenekli ve oldukça profesyonel bir kiralık katilin ilk kez hata yapması sonrası, bu olayın sonuçlarına katlanmak yerine kontrolü eline almasını konu ediniyor. Rear Window’dan miras uzun bir gözetleme sahnesiyle açıyor filmini Fincher. Suikastçı, mesleğinin en zor tarafının beklemekten sebep can sıkıntısı olduğunu anlatırken, Paris’te konuşlandığı çatı katından lüks bir otelin kral dairesine dikiyor gözlerini. Hedefinin canını alacağı an ise hep plana uyan, empati yapmaktan kaçınan, kurallarını kendine hatırlatarak formunun zirvesinde kalan katilimiz anlık bir falsoyla yanlış kişinin canını alıyor. Ardından da sahte isimlerle alınmış sayısız pasaportun kendisine verdiği yetkiye dayanarak Dominik Cumhuriyeti, New Orleans, Florida, New York ve Chicago’yu barındıran duraklarına teker teker uğrayarak avcıyken ava dönüşmeme savaşının fitilini ateşliyor.

Yüzeyde tekdüze bir prosedür filmi The Killer. Atmosfer yaratma konusundaki üstadın lineer bir senaryoyu imza yetileriyle nasıl parlatabileceği üzerine bir egzersiz de denebilir. Seyircisinde herhangi bir empati uyandırmayacak soğukkanlı ana karakteriyle iyice izole ediyor hatta kendini. Beklenilmeyene kapısı açılmayan, tahmin edilen bir olay örgüsünü incelemeye alan ve yalnızca doğru notalara basmaya özen gösteren bir iş. Nabzını sürekli gözlem altında tutarak sabitleme çabası da filmin genel tansiyonuyla ilgili bir ipucu veriyor zaten. Heyecanlanmadan, acele etmeden, planlanan rotayı bütün dinginliğimizle düşük viteste takip etme misyonu ana karaktere olduğu gibi seyir sırasında izleyiciye de yükleniyor. Tüm bu yarı bürokratik üretime tezat, net bir kontrast olarak ise duygu dünyamıza hükmetmeye meyletmiş Morrissey şarkıları var yalnızca. Profesyonel iş hayatından hislerini men etmiş itidal sahibi adamın yalnızca Morrissey ile sakinleşmesi ve hatasının faturasını kesmek üzere onu harekete geçirenin kız arkadaşına ödetilen bedel olması, hakkında birkaç ipucu verse de film bu duvarı kırmamaya özen gösteriyor. Michael Fassbender’ın araya koyduğu buz gibi mesafe büyük bir dirençle ayakta kalıyor Jean-Pierre Melville’in Le Samouraï’nı hatırlatan yapımda.

The Killer’ın doğrusallığını kıran ve koltuğumuzda kaykılmışken bizi uyandıran kısmı ise Fincher’ın yönetmen kimliğiyle arasındaki paralellik. Mükemmeliyetçiliği, bir sahneyi aynı şekilde bazen 20 bazen 40 tekrarla çekmesiyle tanınan bir deli Fincher. Sinemasında katillere ve şiddetin her türlüsüne ayırdığı yerle ilgili tartışmaları da çektiği filmlerin pürüzsüzlüğü sayesinde sonlandırmış bir anlatıcı. Fakat bu defa her zamankinden daha yakın anlattığı sosyopata. Hatanın olduğu yerde maddi zarara uğranan, bir telafinin yeniden film çekmek ve bunun da birkaç sene demek olduğu, emir buyurmaya meyilli işveren psikolojisindeki sayısız insanla bağlantıda kaldığın, itibara dayalı bir sektörün parçası çünkü Fincher da. Planını programını daha işe başlamadan evvel sahne sahne yapan, doğaçlamadan çılgınca nefret eden kurmaca ve gerçek iki erkek arasındaki benzerliği gözden kaçırmak imkânsız, ki film düz anlatısı içerisinde bunu da sakınmıyor. Anlatıcı kullanımıyla iyice altını çiziyor perspektiflerin eş olma hâlini.

WeWork’ten ofis kiralayan, McDonalds’la karnını doyuran, Amazon’dan basit bir makine isteyip kart kopyalayan katilin kapitalizmle kurduğu ilişki, Netflix çatısının altına başını sokan Fincher için de geçerli aslında. Tehlike arz eden ateşle oynayıp işini görüyor her ikisi de. Yoluna koyamayacağı düzenden nemalanış biçiminde bir kabul var. Oyunun parçası olmaktan hem nefret ediyor, hem de ona sağladığı avantajları inkâr etmiyor. Teker teker gezdiği kapılarda tetiği çekmediği tek yerin esas kiracı, yani seyircisi olması da cabası. Yoksa yapımcılarından stüdyo yöneticilerine, The Killer evrenindeki bütün sektör karşılıkları buluyor katil tarafından cezasını. Bu arada Parisliler, yani endüstridaşları, muhattap olmasın diye Alman turist kılığına girmeyi tercih ettiğini de itiraf ediyor üstelik.

Kadim dostu Steven Soderbergh’in Haywire’daki dövüş koreografisini hatırlatan karşılaşması ivmeyle oynasa da tahmin edilebilirliğin içerisinde bir sürükleyicilik yakalama derdine düşmüş Fincher. Bununla uğraşırken de kafasının içindekileri saklamadan, ana karakterinden taraf durmayı tercih ediyor. Yeni bir keşfin değil her şeyi tam yapmanın, kapitalizme bir kez daha savaş açmanın değil toksik ilişkilenmemizi fark edişimizin, aksiyona değil tutturduğu düşük ritime bağlı bir film özetle Fincher filmografisinde hem çok farklı bir yerde, hem de Mank kadar kişisel olması sebebiyle yeni döneminin dört başı mamur bir temsilcisi. Kabuğu biraz daha kazıdığı günler de gelir umarım. Hem belki bu defa kendisini görmeyi özlediğimiz salonlara da düşer yolu, kim bilir.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version