Eleştiri
Başka Bir Hayatta – Past Lives
Türkiye’de Başka Bir Hayatta ismiyle gösterime giren film, modern ilişkilerin bir şekilde tesiri altında kaldığı dış etkenlere aşina herkesi yakalayacaktır eminim ki. Öncelikle göçmen deneyiminin getirdiği bir yabancılaşma, ne anavatanında ne de göçtüğün yerde kimliğinle “yeterli” bulunamama üzerine bir aidiyetsizliği kullanıyor Song. Ardından uzak mesafe ilişkilerinin kâbusuna dönüşmüş, dijitaldeki tanıdık görüntülerle hep kalp yaralayan erken 2010’ları ziyaret edip temel iletişim aracımızın bilgisayar olduğu döneme ışınlıyor bizi. Buradaki yabancılaşmanın ardından da yarıda kalmış aşkların muhasebesiyle ilgili yeni bir parantez açıyor. Bir tarafta Nora’nın sırf Yeşil Kart için evlendiğini düşünen Hae-sung, diğer tarafta hayat arkadaşının bilmediği bir dilde rüyalar görmesine içerleyen Arthur’la “Peki ya böyle olsaydı?” minvalinde bir soruyu masaya yatırıyor. Kağıt üzerinde romantik komedilerin vazgeçilmezi bir hâlden, dramatik yapısı bu denli güçlü bir film çıkarabilmesi ise Song’un marifeti. Tiyatro sahnesindeki deneyimi belli ki diyalog yazımında kalemini pişirmiş. Ancak bu marifetini de en ekonomik biçimde, kelimeleri olabildiğince az kullanarak ortaya koyuyor Song.
Past Lives, in-yun adında Kore menşeli bir konseptle de tanıştırıyor bizi. Filmi bunun üzerinden okuduğunuzda bütün ayrıntıları bir yere yerleştirmek daha kolay gelebilir hatta. In-yun bugün kurduğumuz en sıradan etkileşimin bile önceki hayatlarımızdan miras olduğuna, tesadüfle geçiştirilemeyeceğine dair bir inanış. Dolayısıyla Song, hikâyesindeki bütün detaylara nezaketle yaklaşmamızı arzu ediyor. Kalp kırıklığı etkisini artıran bir bilgi olduğuna şüphe yok. Fakat in-yun fikri haricinde de geçmişle kurduğumuz ilişkinin internetle uğradığı devinimle ilgili yaralayıcı gözlemleri var Song’un. Virgülünde kaldığımız ilişkilere geri dönme fırsatı (!) sağlayan bu aracın yıkıcılığı da filmin her zerresinde hissediliyor. Yetenekli görüntü yönetmeni Shabier Kirchner’ın yürek burkan bir bakış açısı var bence mesafelerin mevzubahis olduğu sahnelerde. Gün doğarken bilgisayar ekranına yansıyan çehreler, gözlerden akan o uyku, kameradan kameraya iç döküş. Bir arama sesini bile karaktere dönüştürmüş Song. Biraz Paul Mescal’ı yıldızlaştıran Normal People’ı da anımsattı bana buradaki seçimleri. Aynı zaman aralığına ait, aşka dair büyük hüsranların acı dolu ve dijitale taşınmış hatıra defterleri ikisi de.
İlişkiler özelinde unutulmuş duyguları ziyaret edebilmek, pişmanlığı oluşturan nedenleri yeniden ele alabilmek büyük bir ayrıcalık sayılabilir aslında. Ama en savunmasız anlara şahitlik eden samimi yatak sohbetlerinde bile aralarındaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu gördüğümüz bir çifti, böylesine bir sınavın içerisinde izlemek başka bir pencereyi de aralıyor. Nora için yeniden bir kimlik depreşmesi de bir taraftan. Özüne sadık kalmaya gösterdiği özeni sekteye uğruyor çünkü. Nora, otuzlarındayken bir kez daha kim olduğunu hatırlamak mecburiyetinde kalıyor. İsteyerek değil belki ama mecburen dünle bugün arasındaki ayrımı da tekrardan anlamaya çalışarak üstelik.
Geçmişi yok saymayan, taşıması ağır finaline dek kurulan her cümle kadar üç oyuncusunun bunları servis ediş biçimlerine de şapka çıkarmamak olmaz. Past Lives’ı değerli kılan yalnızca yakın tarihten bir dönem filmi çıkarabilmesi değil, bu üçlünün Song’la yaptığı iş birliği de aynı zamanda. Batı’ya yüzünü dönmüş Greta Lee, gittiği her yerde hem kendinden emin hem de bir o kadar mahzun Teo Yoo ve performansındaki şefkati kelimelere sığdıramadığım John Magaro’lu oyuncu rejisi, Past Lives’ın bir ilk film olduğuna inanmamızı daha da güçleştiriyor.