Eleştiri
Maestro
Martin Scorsese ve Steven Spielberg’ün yürütücü yapımcıları arasına adını yazdırdığı proje, baştan aşağı bir Oscar seçmesi olarak özetlenebilir esasında. Büyük dehanın müzik alanında başardıkları, kuir kimlikli bir ikon olarak görünürlüğüyle açtığı kapıları, Grammy’den Tony’e aldığı sayısız ödülü, ilham olduğu binlerce yapıtı umursuyormuş gibi değil film. Daha çok Bradley Cooper’a altın heykelcikle buluşması için bir alan yaratıyor. Tek planda çekilmiş hissi yaratan prologda hayatı ucu bucağı olmayan bir sahne olarak resmediyor, Leonard ile Felicia’nın tanıştığı ilk andan itibaren akıllara kazınacak kareler bırakıyor. Sözde büyük romantizmin yüzleşmeyle gölgelendiği Şükran Günü’ndeki dev Snoopy balonundan tutun Cooper’ın gittiği her yerde durmaksızın anlattığı Ely Katedrali’ndeki Mahler performansına kadar bir görkem budalalığıyla dolup taşmış Maestro. Leonard Bernstein mi anlatılıyor, yoksa Bradley Cooper’ın neler yapabileceği mi sahneye konuyor emin değilim.
Silver Linings Playbook’dan American Sniper’a, The Hangover’la gelen şöhretini daha saygın bir yere çekmeye ve tabir-i caizse adını temizlemeye çalışan Cooper’ın, tartışmalara yol açan burun prostetiğiyle birlikte ortaya koyduğu oyunculuk da En İyi Erkek Oyuncu kategorisini son yıllarda biyografilerle kazanmış isimlerden sermaye. Bu abartının karşısında, kanser yüzünden hayatını kaybeden Felicia Montealegre’yi öyle büyük bir incelikle canlandırıyor ki Carey Mulligan, filmi kurtaran da o oluyor aslında bir şekilde. Çünkü altın kokmayan, içerisinde insanlık barındıran tek katkı sevmelere doyamadığımız aktrisden geliyor. Kalanı düpedüz bir kakafoni. Düşünün, Leonard Bernstein’in biyografisinde müziğe duyduğu aşkı, kendi olmasını engelleyen bir dönemde yaşadığı buhranı, kulaklarından asla gitmeyen melodiyi anlayamıyoruz. Bütün betimlemelerindeki eksiklik, merkezine koyduğu çiftin bağını kavrayabilmemizi de güçleştiriyor. Cooper ve Mulligan ne kadar denese de Leonard ile Felicia’yı izlemiyoruz sanki onlar bir aradayken. Cömert bir aktrisin karşısında altın heykelciklere aç rol arkadaşının suni debelenmeleri domine ediyor sahneyi.
Matthew Libatique’in bu senaryoyu ve bencil yönetimi nötrleyen sinematografisi seyri kolaylaştırsa da bir büyük şikayetim daha mevcut: Amerikan kuir tarihinin parmakla gösterilecek sayılı isminden birini açılışta kaşla göz arasında yatağında bir erkek göstererek, sonrasında parkta karşılaştığı dostlarının çocuğuna “İki ebeveyninle de yattım.” dedirterek, bunların üstüne heteroseksüel bir kadının (ve ailesinin) ızdırabı olarak niteleyerek anlatmak hem çok demode, hem de bir hayli steril. Bir filmi olmadığı her şey üzerinden yermeyi kati surette istemesem de Hollywood’un bu ayıbı ilelebet kuir, mümkünse içinde bulunduğumuz dekata ait bir gözle yeniden anlatarak kapatması şart. Örneği de uzaklarda aramalarına gerek yok. Jonathan Larson’lı “tick… tick… BOOM!” ve Sondheim’ı anan Fosse/Verdon çok da uzaklarda değil.
Pingback: 96. Akademi Ödülleri – Son Aday Tahminleri: Part III - Oscar Boy