Eleştiri
Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki – Dune: Part Two
Dune serisinin alamet-i farikası tarihsel gerçekliğe yakınlığı elbette. Dünyayı kaynaklar ve kültürlere bağlı olarak ikiye bölen bir doğu – batı hikâyesi zaten özünde. Gözünün ferini hırsıyla alevlendiren işgalcisi de, zengini daha da zenginleştiren düzene çomak sokmaya ant içmiş “eşkiyası” da bir hayli tanıdık. Göz boyayan konseptlerin ve geliştirilmemiş fikirlerin ustası Denis Villeneuve için de roman formatında boşlukları doldurmasına gerek kalmayacak kadar, Bene Gesserit’inden Lisan Al Gaib’ine malzeme epey bol esasında. Ancak işitsel ve görsel bir şölen yaratma konusundaki obsesyonu burada da yolunu tıkamış besbelli. İlk filmde nasıl ki meseleye girmek için saatlerce bizi oradan oraya dolandırdıysa, bu defa da popülasyonun arttığı evreninde herhangi bir karakteri anlamamız için çaba sarf etmiyor. Kasıtlı bir sakınma hâli de değil bu üstelik. Bilimkurgu türünde çoğu zaman iknaya ihtiyaç duymamamıza rağmen, esas oğlanımız Paul Atreides dahil kimsenin zihnini açmak, kafasının içindekileri göstermekle ilgilenmiyor Villeneuve. Elimizde kanlı canlı bir board game‘in harika fotoğraflarla zenginleştirilmiş, becerilerinin küçük grafiklerle açıklandığı karakter kartları var gibi yalnızca.
Javier Bardem’in sırtını tamamen komediye dayadığı karakterin liderliğinde, Fremenler’in kanatları altına girip kurtularak tamamlamıştı ilk filmi Paul Atreides. Bu filmdeyse dillere pelesenk olmuş bir kehanetin gerçekleştiricisi, dünya dışı bir gücün de etkisiyle seçilmiş “kurtarıcı” pozisyonuna itiliyor. Vicdanlarından başka hiçbir şeye hesap vermelerine gerek olmadığı öğretilememiş bütün toplumların bir benzeri olması sebebiyle herhangi bir dinin doğuşuna işaret etmesini beklesek de Dune buralara da pek girmiyor. Muğlak kötü karakterinin ne kadar karizmatik olduğuna dair endişesi daha büyük mesela. Zendaya ile Timothée Chalamet’nin asla uyuşmayan kimyalarını, aralarında söylenmeyene bağlı kalan o plastik aşkı da kenara itiyor Villeneuve. Çünkü bunun yerine infrared bir gladyatör sekansına odaklı. Bütün kusurları çeperinde, ölçeği büyük bir sinema şöleni olarak kodlamak seyircisinin yararına. Evrenine ait felsefesini ya da gerçek dünyaya olan benzerliğini bir silah olarak kullanmayacağını iyice kesinleştiriyor bu filmde.
Peki ters giden, daha doğrusu beklediğimiz hiçbir şey olmamaya ant içmiş, salon deneyimi keyifli bu filmi neresinden tutmalı? Kullandığı somut hikâye araçlarının nimetlerinden pek yararlanmasına izin vermiyordu ağırkanlı girişi. Dune: Part Two için durum çok farklı. Duyulara hitap eden her teknik avantajı aradığımız destansı olayla eşleşiyor. Paul kralı dize getiriyor, Austin Butler’ın keyifle canlandırdığı Feyd’i deviriyor, kum solucanlarının tepesinde çölleri aşıyor. Toplu film izleme deneyiminin tadına varmak için usulca ayağına çağırıyor ve görevini yerine getiriyor kısacası. Kanaatimce Dune’u artık olduğundan daha büyük bir şeymiş gibi kabul etmekten de vazgeçmeye ihtiyacımız var. Meseleli bir serinin meselesiz sinema karşılığı işte. Yoksa esmer tenli Fremenler’i neredeyse tamamı beyaz bir kadroya oynatmasını neden tartışmıyoruz sorusundan başlarız, bütün dünyanın peşinden gittiği iki genç yıldızının kariyerlerinin en kötü performanslarını çıkarmasına kadar durmaksızın konuşuruz.