Kısa Eleştiri
Dijitalde Elim Isınsın: Shirley, Kör Noktada ve I Am: Celine Dion
Bu yılın farklı bir yıl olacağı zaten en başından belliydi. Yazarlık ya da neydi İKSV’nin tanımı, hah tastemakerlıktan gelen sabun popülerliğim sona ermişken bana da köklerime dönme fırsatı doğdu. Ne vardı o köklerde? İzlediğim her şeyi yazmak, elimi ısıtmak, kelime dağarcığımı zorlayıp bir değil bin yazı çıkarmak. Geçici bir heves olması da mümkün tabii bu aksiyonumun. Oscar Boy hayattaki en büyük bağlılığım olsa da seyir listemden kafama göre bir sırayla ilerlemek, aman ilk izleyeyim de okuyucuya/takipçiye içerik çıkarayım stresinin ortadan kalkması pek rahatlattı beni. Bu yükü artık mezar taşı yazdı yazılacak mecralara bırakmıştım kafamda. Ama cancel uçurumlarında sallandırılsam da sektörle sıfır iletişimdeki şu hâlimde bile o çalışkan tarafımı dizginleyemiyorum.
Bu yazıya yolu düşecek bir avuç insana meramımı açayım hemen… Açıkçası diziler hakkında yazmak büyük bir konfor alanı benim adıma. Ulaşacağı kitlenin sınırı sayesinde üzerine çok düşünmeden, yazdığım gibi çıkarıyorum yayına. “Belli oluyor” şakası yapmak serbest! Filmlerde ise etki büyük olduğu için biraz temkinli davranıyorum. Bir süredir de uzun bir şey yazmadım. O yüzden senenin ilk yarısından, olur da dijital platformlardan birine yolunuz düşerse diyerek birkaç yapımla potpuri kıvamında bi egzersize girişeceğim ulu orta. Regina King’in uzun bir matemden sonra oyunculuğa döndüğü Shirley (Netflix), Ayşe Polat’a İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale getiren Kör Noktada (MUBI) ve Paris Olimpiyatları’nın açılışına damga vuran efsane sesin belgeseli I Am: Celine Dion (Prime Video) ile ısınalım bakalım.
SHIRLEY: KRALİÇE DÖNDÜ
Oğlunu kaybettikten sonra gözlerden uzakta matemini yaşayan Regina King’in başrolünde yer aldığı Shirley‘i uzunca bir süredir bekliyoruz aslında. Son üç yıldır Oscar derlemelerimde kendine yer bulan yapım, 12 Years a Slave’in senaryosuyla Oscar alan John Ridley’nin ellerinden çıkma. King’in 2 defa Emmy kazandığı American Crime dizisinde de birlikte çalıştığı Ridley, yetenekli aktrise ABD Kongresi’ne seçilmiş ilk siyah kadın politikacı Shirley Chisholm rolünü teslim etmiş. Klasikler klasiği bu biyografide Chisholm’ın 1972 yılında başkanlık yarışına girerek ABD siyasi tarihine yazdırdığı diğer ilkler anlatılıyor. King, tahmin ettiğimiz üzere yine harika. Abartılı, nüanslı ya da ekonomik, stili fark etmeksizin ortaya koyduğu performansla her rolü istisnasız parlatan aktrisin ıskaladığı tek bir an yok. Ancak kariyerini ABD’deki faşizmin geçmişten günümüze tarihini yazmaya ayıran John Ridley, Chisholm’a hedefinden başka her şeye göz yummuş karton bir karakter gibi davranıyor. Shirley’nin kız kardeşiyle aktivist kimlikleri üzerinden sağabileceği leziz çekişmeye ya da eşini her daim gölgeleyen bir kadın olarak aile içindeki güç dengesine dair ilgi çekici bir şeyler söyleyebilecekken yolundan şaşmadan, cetvelle çizilmiş gibi lineer bir biyografi olmaya tutunuyor. Sanki film değil de, tarih dersinde izletilen öğretici ve uzun bir video, çok da iyi çekilmemiş bir televizyon belgeseli kıvamında. Değil ödül sezonunda, bir aya hatırlanması bile imkânsız.
KÖR NOKTADA: YİNE Mİ HAYALET?
Muhtemelen katıldığım ve katılacağım son İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Altın Lale’yle birlikte En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve FIPRESCI Ödülü’nü alan Kör Noktada, Almanya’da yaşayan Kürt yönetmen Ayşe Polat’ın imzasını taşıyor. Filmini Cumartesi Anneleri’nden ilhamla tasarlayan Polat, toplumsal hafızada yer etmesi gereken vahşetin bilinçli ve ürkütücü bir biçimde nasıl unutturulduğuyla ilgileniyor. Filminde de artık hafızayı mesele edinmiş yapımların temel oyuncaklarından biri hâline gelen hayalet yordamıyla hiçbir yaşanmışın bastırılıp silinemeyeceğinin altını çizme derdinde. Almanya’dan gelen belgeselcilerin çekim yaptığı ve kurmacadan bir tık uzak duran kısımı kapatıp çevirmen Leyla ve JİTEM üyesi eşini merkezine alan bölümden sonra elinin zayıfladığını düşündüğüm Kör Noktada, oyuncaklı öyküsüne rağmen kendine sınırlar çizen ve pek çok kapıyı da seyircinin çözmesi için açık bırakan o yapımlardan. İlhamı ilham olarak kalmış, kandaşlarının derdine baktığı yer de batıya asimile olmuş sanki Polat’ın. Titiz oyunculukları, gerilimin dozunu kaçırmayan atmosfer yaratma hünerleri ve kısık ateşte pişirme tercihine diyecek söz olmasa da hikâyesinin özgün olduğu tarafa bu kadar yabancılaşma arzusu neden ben anlayamadım doğrusu. Azra Deniz Okyay’ın Hayaletler’i gibi aracına, amacından daha çok âşık bir sinemacının ürünü olduğunu düşünüyorum Kör Noktada’nın.
I AM CELINE DION: AYRICALIKLI HASTA
Letterboxd hesabımı takip etmekten henüz vazgeçmemiş kitleye de ufaktan çıtlatmıştım, Celine Dion’un bendeki yeri pek kıymetli. Frankofon akrabalarımla geçen çocukluğumun büyük bir kısmı Lara Fabian, Isabelle Boulay ve her şeyden önemlisi Celine Dion dinleyerek geçti araba yolculuklarımda. Okul çıkışı annesinin iş yerine gidip mesai bittiğinde eve dönüş yolunda arabada çığlık çığlığa Celine’in konser albümünü çığlık çığlığa dinleyen ve dili döndüğünce söyleyen minik bir lubunya olarak da prensesliğimin tohumlarının tam o dönemde ekildiğine inanıyorum. Dolayısıyla Celine Dion’un katı kişi sendromuna sahip olduğunu duyurmasıyla bir devrin kapandığına ikna olmuş ve kendi ailemden biriymişçesine parçalamıştım kendimi. En büyük hayallerimden biri de Celine Dion’u canlı dinlemek olduğu için, bunu asla gerçekleştiremeyecek olmanın üzüntüsüyle bencilce bir yerden de bozuldum hatta. Bu belgesel geldiğinde de delice ağlayacağıma, kalbimin yerinden sökülüp çıkarılacağına ikna olmuştum. Ama bilin bakalım ne oldu? Prime Video’dan izleyebileceğiniz I Am: Celine Dion klasik bir “ayrıcalıklı insanların hastalığı göğüsleyebilme lüksü” belgeseli çıktı. Celine’in nasıl bir efsane olduğu, kariyerindeki önemli dönüm noktaları, altından kalbi, eşsiz sesi derdi değil. Amaç seyircinin gözüne parmağımızı sokalım, ağlatalım, Celine’i tanıyan izleyesin tanımayan da hiç öğrenmesin… Hayır bir de bu film okulu terk kurgusunu da kusurdan saymayan acı pornosunu izledikten birkaç hafta sonra Celine çıktı Eyfel’e, kulaklarımızın pası sildi. Mesaj şimdi tam olarak “Yeteri kadar zengin olursanız, siz de her türlü hastalığa kafa atabilirsiniz.” mi? İbrahim Tatlıses’in kurşuna kafa attığı gibi hatta…