Eleştiri

I Saw the TV Glow: Doksanlar Fantezisinden Trans Kimliğe

Yayınlandı

on

I SAW THE TV GLOW | Yönetmen & Senaryo: Jane Schoenbrun | Oyuncular: Justice Smith, Brigette Lundy-Paine, Helena Howard, Lindsey Jordan, Danielle Deadwyler, Fred Durst, Conner O’Malley, Emma Portner, Ian Foreman | ABD | 100′ | Drama, Korku

Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra A24’un kanatları altında seyirci karşısına çıkan korku türündeki I Saw the TV Glow, yönetmen Jane Schoenbrun’un bağımsız film çevrelerinde takdir toplayan We’re All Going to the World’s Fair isimli uzun metrajlısından sonraki yeni filmi. Yönetmenin “Ekran Üçlemesi” adını verdiği serinin de ikinci ayağı olan bu yapım, doksanlı yılların televizyondaki tuhaf dizilerinden ilham alıyor ve merkezine bu tarihlerde Amerikan banliyösünün basmakalıp sınırlarına sıkışıp kalmış bir genci koyuyor. Tabir-i caizse I Saw the TV Glow, hayal kırıklığı sponsorluğunda geçip giden bir hayata göz atıyor. Owen ve kendisinden yaşça büyük arkadaşı Maddy, The Pink Opaque adındaki bir diziye büyük ilgi duymaktadır. Zaman ve gerçeklik mefhumları arasında sıkışıp kalan kötü karakteri Bay Melankoli ile bu dizi, iki çocuk arasında yeni bir dil işlevi görüyor, söylenecek sözün bittiği yerde ortak konuşma balonu yaratan bir boşluk doldurucu oluyor. Ancak araları açılmaya başladıkça ve iki genç farklı rotalar çizmeye başladıkça, üstüne Maddy kaybolup Owen da annesini kaybedince The Pink Opaque‘in işlevi değişiyor. Esrarengiz olaylar vuku bulurken, beşinci sezonunun ardından final yapmadan iptal edilen dizi, Owen’ın kimlik arayışını biraz daha ıssızlaştırıyor.

Schoenbrun, henüz mevcut çağın izleme alışkanlıklarına erişilememiş bir on yılın nostaljik dokusunu sonuna kadar kullanmaya gayret ediyor. Tüplü televizyonun kumlu kumlu cızırdadığı, sevdiğimiz bir seyirliği paylaşabilmenin ancak kaydederek olabileceği bir zamana ışınlıyor bizi. The Pink Opaque‘in görsel disiplini de aynı kaynaktan besleniyor. The X-Files‘dan Twin Peaks‘e, ışıldayan gökyüzü ve karikatürize kötüleriyle aşina olduğumuz garip ama bir o kadar da içselleştirilmiş görüntüler teker teker sıralanıyor gözlerimizin önünde. Kendi deneyimlerimle ilişkilendirecek olursam, bir gece yarısı ailemden gizli televizyonda izlediğim The Faculty filminin yaşattığı korkuya, Tutti Frutti‘lerden Emmanuelle‘lere pek çok erotik programın saat 12’den sonra kırmızı noktayla servis edildiği, 18 yaşıma kadar izlemem yasaklanmış American Beauty‘i görmek için çırpınıp durmama kadar, herkesin deneyimine göre değişecek anılar treninde buluveriyorsunuz kendinizi. Schoenbrun, büyürken kendi anlatıcı kimliğini de şekillendirmiş detayların evrenselliğine oynuyor ağır ağır işlediği filminde.

Filmin diğer bir güçlü yanı ise dijital devrimin ardından video oyunlarının, bilgisayarların ve elimizdeki telefonların bizlere “başkası olma” lüksünü tanıdığı alanın nasıl da genişlediğine vurgu yapması. I Saw the TV Glow, bu fantezinin temellerinin atıldığı bir döneme giderek, televizyon ekranından bireysel bir kimlik tanımına erişmeye çalışıyor. O beyaz camı kırıp ekranın diğer tarafında yer alabilme hayalinde, gerçeklik ile televizyonun arasındaki geçirgenlik üzerinden sunduğu deneyim imkanını etüd ediyor. Owen’ın canavarlarını çok da uzaklarda aramasına gerek yok. Bir kısmı yaşadığı evde, bir kısmı sokağa her adımını attığında dışarıda, bir kısmı da kafasının içinde geziniyor. Film, günlük deneyimlerin içerisinde, pek de uzak olmayan bir tarihte, trans kimliğe kavuşma anıyla ilgileniyor büsbütün. Owen da bu yolculukta onu kendi gerçeğinden uzaklaştıran tüm kötülüklere karşı sarsıcı bir ergenlik sancısı yaşıyor.

Owen’dan evvel Maddy’nin canlı canlı gömülmek için bir adama para vermesi ve uyanmadan evvelki her anında boğulduğunu ifade etmesi, henüz yetişkin olmamış birinin politik bilinci medya yoluyla elde etmesi üzerinden bir yoruma girişmek elbette mümkün. Ancak bu esas kimliğine kavuşmadan evvel doğduğu bedene hapsolmuş transların öyküsüyle ve vücut disforisinin inşa ettiği sonsuz kaygıyla daha fazla paralellik gösteriyor. I Saw the TV Glow‘un içi dolu gevelemeleri, neyin gerçek neyin hayal olduğunu umursamayan bir yerden geliyor. Televizyonun ve tabii ki görsel kitle erişim araçlarının düşünmeye, ikili normlara takılıp kalmış düzeni yıkacak fikirlere kulak vermeye iten tarafını kutsuyor.

Doksanların hit nu metal grubu Limp Bizkit’in solisti olarak tanıdığımız Fred Durst’ü Owen’ın babasını oynatma fikri de dönem pastişinin birleştirici bir parçası. Darbeden savaşa, türlü kötülüklere çocukluk yıllarında tanıklık etmiş jenerasyonlara da saygısızlık etmeden, ne öncesine ne de sonrasına ait olabilmiş milenyaller için bir film yapmış bence Jane Schoenbrun. Biz duvarlarımızı yıkabildik, ama biraz geç kaldık diye bas bas bağırarak sıkıştırılmış senelerin acısını olabilecek en özgün biçimde çıkarıyor. Justice Smith’in toplumun dışına itilmiş asosyal genç tiplemesinde hem empati kurması pek kolay, hem de seyirciyle arasına mesafe koymaya niyetli karakteri canlandırma biçimi, kesinlikle övgüyü hak ediyor. Şimdiden senenin unutulmaz performansları arasına girmeyi başardı. Alacağı Spirit ve Gotham adaylıklarına şaşırmamanız tavsiye edilir.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version