Eleştiri

Rebel Ridge: Küçük Kasabada Büyük Direniş

Yayınlandı

on

REBEL RIDGE | Yönetmen & Senaryo: Jeremy Saulnier | Oyuncular: Aaron Pierre, Don Johnson, AnnaSophia Robb, David Denman, Emory Cohen, Steve Zissis, Zsané Jhé, Dana Lee, James Cromwell | ABD | 131′ | Drama, Gerilim, Aksiyon, Suç

Netflix‘in seri üretim içeriklerine benim gibi bağışıklık kazananların gözünden kaçabilecek Rebel Ridge, dijital devin son yıllarda çıkardığı Oscar adayı filmlerden bile daha başarılı bir küçük kasaba polisiyesi. Blue Ruin ve Green Room gibi filmleriyle toplumsal meselelere korkusuzca değinen Jeremy Saulnier’in yönettiği bu suç/gerilim filmi, yozlaşmış  ve dişlilerine faşizm işlemiş bir sistemle verilen mücadeleyi anlatıyor. Film, bir polis arabasının bisikletiyle yol alan Terry’e çarpmasıyla başlıyor. Haksız suçlamalarla karşı karşıya kalan Terry, çete cinayeti davasında kilit tanık olan kuzenini hapishaneden kurtarmak için gereken kefaleti polise kaptırıyor. Olaylar hızla kötüleşirken, Terry’nin polis tarafından da sonradan öğrenilen yetenekleri devreye giriyor ve kendisini yozlaşmış emniyet teşkilatına karşı bir savaşın içinde buluyor. Mahkemede memur olarak çalışan Summer’la yollarının kesişmesi, Terry’nin mücadelesini kişisel bir intikamdan, köklü Amerikan yasalarına meydan okuyan sistematik bir direnişe dönüştürüyor.

Rebel Ridge, Netflix’in alışılmış şablonlarının ötesinde, 80’lerin milliyetçi ve militarist filmlerinden izler taşıyor. Ancak Jeremy Saulnier, ABD’nin günümüz politik iklimine çok hâkim. Bu sayede, barış içinde geldiği kasabada polise boyun eğmesi emredilen yakın dövüş uzmanı eski bir deniz piyadesinin öfkesini katmanlandırarak filmini sıradan olmaktan kurtarıyor. Pandemi öncesinde John Boyega’lı ilk versiyonu için çekimlerine başlanan ancak global krizle yarım kalan bu yapım, Biden ya da Trump dönemi fark etmeksizin, mağduru daha da mağdur eden bir hukuk sisteminin eleştirisi ve özgürlükler coğrafyasının tahlilini barındırmakta. Saulnier’in hem başkahramanı hem de kalemi hiddetle dolu. Beyaz polislerin baskısı altında yönünü bulmaya çalışan siyah bir adam ve aynı sistemin hukuki yollarla mağdur ettiği bekar annesiyle de gerilim hattını besledikçe besliyor.

Çoğu zaman küçük Amerikan kasabalarını bir tür açık hava hapishanesine dönüştüren gerilimlere benzer bir yapısı olsa da Saulnier, hikâyesine kattığı unsurlarla Rebel Ridge‘i taze tutmayı başarıyor. Büyük sürprizlere veya keskin yol ayrımlarına başvurmadan, ana karakterin motivasyonunu seyirciye sürekli açık bir şekilde sunarak ve karşılaştığı tüm zorlukları göz hizasında tutarak ustalıkla planlanmış bir aksiyon koyuyor ortaya. Kolaya kaçılabilecek detaylara bile gerçekçi bir bakış açısı eklemeyi ihmal etmiyor. Mahkeme memuruna atadığı koruyucu meleğin kırılganlığından, kadının tek başına mücadeleye girişirse her şeyini kaybedeceğinin bilincine kadar, bu tür filmlerde pek rastlamadığımız bir farkındalık var senaryonun yazımında. Aynı şekilde Terry de yeteneklerini, ne pahasına olursa olsun olayları kendi lehine çevirmek için değil, ölçülü ve zeki bir biçimde kullanıyor.

Kalp atışlarımızı hızlandıran Rebel Ridge‘in gösterişsiz tek adam şovunda, Terry’i canlandıran Aaron Pierre’in performansına değinmeden geçmek olmaz. Daha büyük bir yıldıza dönüştüğünde hayranlarının dönüp mutlaka izleyeceği bir yapım olarak görüyorum bu filmi. Pierre’in soğukkanlı ve kendinden emin performansı, filmin gücünü katbekat artırıyor. Bu bürokratik çıkmazın içinde sırıtmayan bir aksiyon yıldızı yarattığı için bile övgüyü hak ediyor. Hiçbir açıdan bu kasabaya ait olmayan birini, dünya dışı bir kurtarıcı gibi değil, sıradan ve insani yönlerini vurgulayarak canlandırması sayesinde iki saat boyunca gözümüzü kırpmadan bağlanıyoruz bu gerilime. Ayrıca AnnaSophia Robb’un, akıl almaz el koyma vakalarını açığa çıkaran karakteriyle kariyer performansı verdiğini de eklemeliyim.

Bana kalırsa Rebel Ridge’in en büyük eksikliği, daha iddialı bir film olmaktan çekinmesi. Geri kafalı polislerle halk kahramanı eski denizcinin karşı karşıya gelişinde sürekli olarak realistliğe ve ana akım sinemanın alışılmış kodlarına yaslanırken, kendimi bir filmden ziyade iyi bir dizinin sürükleyici bir bölümünü izliyormuş gibi hissettim. Bu hissin kaynağı bütçeden kaynaklı parıltı eksikliği ya da koreografisi üzerinde çalışılmış bir çatışma sahnesine olan ihtiyacım değil. Asıl mesele, Saulnier’in Amerika denilen bu cehenneme dair görüşlerini, başarılı bir aksiyon/gerilim filminin altına gizleyen kaleminin yalnız kalması. Yönetmen koltuğunda da aynı ağırlıkta hissedilseydi varlığı, film bambaşka reaksiyonlar alabilirdi.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version