Eleştiri
Dìdi: Ergenlik, Göçmenlik ve Büyümenin Dijital Güncesi
Göçmenlerin çoğunlukta olduğu Fremont, California’da geçen film, Sean Wang’in kişisel deneyimlerine sıkı sıkıya bağlı olsa da, okyanusun bu tarafında bile hiçbir görsel referans bana yabancı gelmedi. Wang, kamerasıyla sadece çocukluğuna değil, aynı zamanda çocukluğunu yaşadığı yıllara da bir aşk mektubu yazıyor. Yakın çevrenizin sosyal medya profilinde hangi arkadaşlarını ilk sekize yerleştirdiğine bakarak ilişkinizin durumunu öğrendiğiniz, sevdiğinizin MySpace profilindeki şarkıları deli gibi takip ettiğiniz bir zaman dilimine götürüyor bizi. Her şeyden önce, zamanın ruhunu yakalayan film, belki de yakın tarihi anlatmasının avantajıyla izleyiciyle farklı bir bağ kuruyor. Dijital çağın tam olarak hayatımıza giriş yaptığı dönemde geçmesi bu bağı daha da güçlendiriyor. Öyle ki YouTube’da amatör videolarıyla var olma çabasını sürdüren Chris’in, internet üzerinde yarattığı karakterden kendi kimliğini inşa ederek nasıl yardım aldığına da tanıklık ediyoruz.
Tabii ki nostalji hissini kazıdığınızda, daha derinlerde hakiki bir var olma mücadelesiyle karşılaşıyoruz. Savunmasız bir oğlanın “daha havalı olacağım” diye kalkıştığı her şeyin altında, bir kimliksizlik yatıyor. Daha doğrusu, kimliğini kabullenememenin getirdiği bir öfke. Çok hoşlandığı kızın “Bir Asyalı için çekici sayılırsın.” demesiyle karnına giren o acıyı nereye koyacağını bilemiyor. AOL’den ICQ’ya, oradan MSN’e sıçrayan iletişim yöntemlerimizi hatırlatırken, Chris’in kısaltılmış kelimelerle sınırlı dağarcığı öfkesini anlatmaya yetmiyor. Tayvan kökenli Wang, kendi çocukluğunda annesine karşı yaptığı haksızlıkları da samimi bir şekilde irdeliyor. Steven Spielberg’ün The Fabelmans’ını anımsatan bir şefkatle yaklaşıyor Joan Chen’in canlandırdığı annesine. Chris’in kaykaycı arkadaşlarının, annesine gösterdiği saygısız davranışlarla ilgili yaptığı uyarı ise filmin en incelikli ve dokunaklı detaylarından biri.
Hazır konu Chen’e gelmişken… Ekonomik tercihlerine rağmen zengin bir karakter yaratmayı başaran performansı, filmin âdeta kalbi gibi. Daha en başından hikâyenin evde biteceğini, Chris’i var eden ve onu koşulsuz sevenlerle sonlanacağını anlıyoruz. Ancak Chen, finale kadar fazla dikkat çekmeden hem Chris’in hem de izleyicinin elini sıkıca tutarak eşlik ediyor bize. Wang’in kamerası bilgisayar ekranlarına döndükçe, Chen öykünün insani tarafını daha da derinleştiriyor. Resim yapma hayalini rafa kaldırmış, kalbi kırık bir anne olarak, evin içindeki tüm çatışmalarda doğru sözü bulamadığı anlarda bile rehberlik ediyor. Sanki Wang’in asıl söylemek istediği de bu: “Annem olmasa zaten var olamazdım. Ama annem olmasa, ben, ben olamazdım.”
Dìdi, kurmacanın sunduğu yetkiye sırtını dayayarak retrospektifte hatalarını görmüş ve büyüdüğünün farkında olan bir anlatıcının eseri, hiç kuşkusuz. İkinci nesil bir göçmenin deneyimlerine dayanan bir coming of age filmi olarak da başarılı. Ancak kusurlarına dikkat çekmemek olmaz. Cinselliği ele alırken gösterilen muhafazakar tutum ve Chris’in vitrine olduğundan farklı birini koymak için verdiği mücadelede, onu hep basit olaylarla yüzleştirmesi, filmin bu temaya yenilikçi bir bakış açısı getirme potansiyelini biraz zayıflatmış. Yine de sırf beyaz bir Amerikalıyı anlatmıyor diye filmin geleneksel olmamasını beklemek Wang’e haksızlık olur, bu yüzden bu konuda çok ses çıkarmıyorum.
alper
21 Eylül 2024 at 17:17
önerinle merak edip izledim cidden güzel filmdi öneririm :3