Eleştiri
His Three Daughters: Aile Adında Bir Karın Ağrısı
His Three Daughters, yas tutmanın arifesinde ve bu zorunluluğun bilincinde olan insanlar için yutkunması zor bir noktaya konumlanıyor. Kabul etmek gerekirse, Azazel Jacobs, karakterlerini tanıtmaya çalıştığı ilk çeyrekte bazılarına nefes aldırmıyor. Katie’nin öfkesi öyle yoğun ki telefon konuşmalarında bile duraksamıyor, karşısındakine fırsat vermiyor. Keskin kenarlarını, ondan daha keskin cümleleriyle şekillendiriyor. Grateful Dead hayranlığından banliyö anneliğine geçen Christina ise geçmişin kefaretini ödüyor. Ablaları evden ayrıldıktan sonra, onları çok da tanıyamadan gençliğini yaşayan, bu süreçte annesini kaybeden ve acısını içine gömerek dimdik devam eden genç bir kadınken, kendi baş etme yolunu bulmuş. Şimdi ise daha sakin, daha temkinli, garip bir şekilde daha hüzünlü biri. Rachel ise bu üçlü arasında en az konuşanı. Başka bir aidiyet duygusundan beslendiğini filmin ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz. Eve uzun zaman sonra gelen üvey kardeşlerinin kafasına taktığı detayların büyük anlamlar teşkil ettiği ve babasının da sığdığı küçük ama bir o kadar büyük bir dünyası var. Şimdi, koşulsuz sevgisini kelimelere dökmese de alabildiği o figürün yitip gidecek olmasının ağırlığını taşıyor omuzlarında.
Katie’nin huzursuzluktan, Christina’nın soyut düşüncelerden, Rachel’ın ise ottan beslendiği tek mekânda geçen His Three Daughters, tiyatro oyununa evrilme tehlikesi taşımasına rağmen, bir aile etüdüne dönüşerek herkese kapılarını açıyor. Bir kişiyle, bir duyguyla, bir olayla empati kurup hikâyeye dahil olmamak neredeyse imkânsız. Jacobs’ın, dört duvar arasında, küçük bir avlu ve bir marijuana dükkanına yapılan tek ziyarete sığdırdığı bu ekonomik anlatım tarzı, yüzleşmelere de yansıyor. Hikâyenin büyük kırılma anları, kağıt üzerinde olağan görünen başlıklardan oluşuyor aslında: Babaları için yazdıkları ölüm ilanı, evlat sahibi olma üzerine küçük bir diyalog, babalarının ölüme yaklaştığında tekrar diriltilmek istemediğine dair imzalaması gereken DNR formu için gösterilen çaba ve kahrolası elmalar. Çürüyen, buzdolabının en alt rafına atılmış, ama anlamı büyük olan o kıpkırmızı elmalar.
His Three Daughters‘ın bu denli etkili olmasının temel sebebi, çok zengin üç karakterin yanı sıra, bu karakterlere aynı zenginlikte ve cömertlikte hayat veren üç başarılı kadın oyuncusu. Lyonne’un adını diğerlerinden bir adım öne çıkarmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Birçok duyguyu sığdırdığı kocaman gözleri ve ateşi kıskandıran kızıl saçlarıyla, konuşmadığı anlarda bile sahne çalıyor. Çocukluğunu birlikte geçirdiğin insanlarla bir araya geldiğinde, yaşanmışlıklar tekrar gün yüzüne çıkar ve yetişkinlik bir rafa kalkar ya, işte Lyonne’la birlikte Coon ve Olsen, bu sahici hesaplaşmayı kusursuz bir şekilde yönetiyor. Jacobs’ın kelimelerinin izin verdiği ölçüde derinleşen karakterler, küçük bir dairede çakıştıkça His Three Daughters daha da lezzetli bir hâl alıyor.
Filmin o ana kadar yaptığı her şeyi tek kalemde çöpe atmasından çok korktuğum bir final bölümü var; ona da değinmeden olmaz. Azazel Jacobs, üç kız kardeşe hiç yaşanmamış bir fanteziyi hayal ettiriyor. Eve sürekli girip çıkan ölüm meleği doktorun söylediklerine inat, babaları son bir kez ayağa kalkıyor ve bugüne kadar dile getirmediği her şeyi söze döküyor. Herkesin mutlu olduğu bir anı hediye ediyor. Seyirciyi ters köşeye yatıran bu gelişme, His Three Daughters’ı gözümde bir tık daha değerli kılmış olabilir. Aceleye getirilmiş tüm veryansınları ve seyirciyi detay vermeden oyaladığı anları unutturacak biçimde kanadımızı kırıyor çünkü. Seçemediğimiz insanlarla kandaş olmanın getirdiği o tarifsiz karın ağrısını hatırlatıyor. Bambaşka insanlar olsak da, tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, ortak bir paydada buluşup belki de bir ömür değil ama en azından bir kez daha sarılıp koklaşacağımıza dair o hayali kaşıyor.